30 Eylül 2010

İşte benim yemek anlayışım

Yemeği hep sevdim, renklere, mevsimlik ve doğal ürünlere, sade malzemelere hep önem verdim ya hiç bir zaman lüks sofralara meraklı olmadım. Bulunmadım mı böyle sofralarda? Bulundum. Çok ünlü otellerin restoranlarında da (yeri geldi) yemek yedim ama beni asıl etkileyen onlar olmadı hiç bir zaman. Bu fotoğraf yemek anlayışımın en güzel ifadelerinden biri. Biraz önce arşivdeki fotoğraflara bakarken rastladım ve çektiğim o ana geri gittim. Bazen şaka yaparım neredeyse tatlıya bile sarımsak koyacağım diye. Konsa koyacağım, o kadar seviyorum sarımsağı. Domates? Yaz sofraları onsuz olmaz. Zeytinsiz bir kahvaltıyı düşünemiyorum bile. İlle de sızma zeytinyağı bulunacak. Başka bir yağla yemek yapmak için deli olmak lazım herhalde. (Yani zaman zaman tereyağına hayır demem ama...) Zaten bunlar yetiyor insana. Güzel bir somun ekmek, ev yapımı bir zeytin, yaz domatesleri, taze mevsimlik sebzeler... Evet fotoğrafı çektiğim o an çok güzeldi. Bağların arasında bir minik ev otelin bahçesindeydik. Sofrada Bayan Magdalena ve gelininin pişirdiği yemekler vardı. Şarapları Bay Osvaldo ve oğulları yapmışlardı. Sofraya gelen bütün yemekler nefis toprak kaplarda, odun ateşinde pişmişti ve herkes, ama herkes öylesine dost canlısı ve öylesine sevgi doluydu ki, oracıkta ölebilirdim. İyi ki ölmemişim diyorum yoksa şimdi hepsini sevgiyle anabilir miydim?

27 Eylül 2010

Bir mutluluk anı

Bazı yerler vardır, kapısından içeri adım atar atmaz sizi kendine çeker. Hatta bağlar. Büyülenirsiniz. Yüreğiniz kabarır sevinçten. Nedenini bilemezsiniz. Oysa basit bir bahçedir karşınızdaki. Belki güneş ışıklarının oynaşması, belki yerlere değen salkım söğüdün salınımı, belki küçük pırıltılar... Bir şeyler duyularınızı harekete geçirmiş ve siz orada geçireceğiniz üç beş dakikanın sizi çok mutlu edeceğine baştan karar vermişsinizdir. Mutluluk... Mutluluk... Mutluluk. Hep aranılan şey. Bugünlerde daha mı çok düşünüyorum ne. Belki şu anda okuduğum kitabın etkisidir: The Geography of Bliss. Bir gazetecinin mutluluğu aramasının hikayesi. Moda terimle bir "kişisel gelişim" kitabı değil bu. Bir gazetecinin mutluluk nerede sorusunun peşine düşüş hikayesi daha çok. Hollanda'da, hayatını mutluluk bilimine adamış bir sosyologla görüşerek başlayan kitap yazarını istatistiklere göre en mutlu insanların (tabii istatistikler görecelidir) yaşadığı İsviçre'ye, ardından mutluluğun bir devlet politikasi olduğu Butan'a götürür. Yolculuk başka ülkelerde de devam eder. Sonsuz mutluluk diye bir şey olmadığının farkındayım ancak zaten onun peşinde değilim diye düşünürüm hep. Küçük, anlık mutluluklar, şu karenin çekildiği andaki gibi, yetmez mi insana?

19 Eylül 2010

Palamut mevsimi

Bu yazıcığı geçen haftasonu Radikal'in cumartesi ekinde yayınlanmak üzere göndermiştim. Her Güne Bir Yemek için çektiğim bu fotoğrafla birlikte. Madem palamut mevsimi geldi, madem hala muhteşem domatesler, ekşimsi semizotları var tezgahlarda, neden siz de denemeyesiniz: "En sevdiğim palamut tarifini vereyim. Girit usulü. Kişi başı bir iri dilim palamudu yıkayın, genişçe bir tavada, az zeytinyağında iki tarafını da hafifçe kızartın. Palamutları bir tabağa alıp tenceredeki yağda ufak doğranmış bir soğan ve birkaç diş sarmısağı az kavurduktan sonra iki-üç küp şeklinde doğranmış domates ve yıkanıp doğranmış bir demet semizotunu ekleyin. Ortalarında yerler açıp balıkları yerleştirin, tuz ve biber koyun, kapağı kapalı olarak 10 dakika pişirdikten sonra servis edin. Buğulama balık sevenler bayılacaktır. Semizotunun mayhoşluğu palamudun kimi zaman insana ağır gelen tadını dengeliyor." Başka yazarlar neler demiş? İşte burada:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetay&ArticleID=1018575&Date=19.09.2010&CategoryID=41

15 Eylül 2010

Doğa sevgisi

Maya'cığımı görmeye gittiğim zamanlarda mutlaka en az bir (bazen iki) kere ziyaret ettiğim bir yer var, Brooklyn Botanik Bahçesi. Yürüyerek gidebildiğim bu muhteşem cennete giriş salı günleri ücretsiz. Cumartesileri de 12'ye kadar ücretsiz girilebiliyor. Ben de genelde salıları seçiyorum ve içeride saatler geçiriyorum. Her mevsim başka güzel. Baharda dafodiller, çiğdemler, nergisler, manolyalar, kiraz çiçekleri, sonbaharda ise inanılmaz bir renk cümbüşü. Kendimden geçiyorum o koca bahçede yürürken. İşte bu fotoğrafı da orada çekmiştim. Gingko biloba yaprakları döküldüğüne göre sonbahar olmalı. Bir yaprağı banklardan birinin üzerine koymuşum belli ki. Üzerine de yerde gördüğüm plastik boncuğu. Şimdi ben bu yazıyı neden yazıyorum? Size güzel bir girişimi tanıtmak istiyorum da ondan. Sevgili blog arkadaşlarım Dilek, Beste, Evren ve Ayçobanı Doğayı Keşfederken adlı bir güzel blogda doğa sevgilerini paylaşıyorlar. Ben de fasulyeden onlara destek oluyorum. Bugün Beste harika bir yazı yayınladı. Sizi de bekliyoruz okumaya, yazmaya, anılarınızı, merakınızı paylaşmaya, doğa sevgisini artırmaya. Hadi gelin. Bugünlerde size daha çok ihtiyacımız var ve gitgide daha da çok ihtiyaç duyacağız. Plastiğe mi, hırsa mı, gözüdönmüş yok etme isteğine mi, betona mı yeniliyoruz bilmiyorum. Belki hepsine ve daha fazlasına. Nefes alacağımız yerler azalmasın, bir nefes de biz verelim evrenin güzelliğine.

11 Eylül 2010

Yıllar öncesinden bir anı

Asya armudu, Japon armudu, Kore armudu, Tayvan armudu, Çin armudu... Geçen hafta pazarda, hem de Burhaniye pazarında karşıma çıkınca şaşırdım. Bizim pazara gelecek kadar yaygınlaşmıştı demek. Pazarcıya sordum, "şeker armudu diyoruz biz buna," dedi. Hemen bir kilo aldım tabii ve her yiyişimde yıllar öncesinden bir anıyı yeniden yaşadım. Yıl 1992. Japonya'dayım. Hızlı trenle Tokyo'dan Hokkaido adasına gidiyorum. Yan tarafımda iki kardeş oturuyor. Orta yaşı geçkin iki Japon hanım. Biri gırtlakla ilgili bir ameliyat olmuş olmalı. Boğazına dayadığı ufak, hoparlöre benzer bir alet yardımıyla konuşuyor. Metalik bir ses. Sessizce sohbet ediyorlar. Bir süre sonra çantasından kocaman bir armut çıkardı bana yakın oturan. Fotoğraftakinin çok daha irisi. Soydu, dilimledi ve bir dilimini bana uzattı. Gülümsedim ve teşekkür ederek ikramını kabul ettim. Sonrasında sohbet etmek kaçınılmazdı ya bir sorunumuz var. Birbirimizin dilini bilmiyoruz. Elimdeki İngilizce-Japonca gezgin sözlüğü işe yaradı. Oradaki kelime ve cümleleri kullanarak birbirimize bir şeyler söyledik ve az da olsa birbirimizi tanıma şansı bulduk. Biri öğretmendi mesela. Annem de öğretmen demiştim ona. Japonların zerafetini ve yardımseverliğini pek çok kez deneyimlemiştim o sohbet ayrı bir yer edinmişti içimde. O gün bugündür ne zaman görsem Japon armudunu, hep o günü yaşarım.

05 Eylül 2010

Güle güle güzel melek

Doğarken de,
cennete uçarken
de melektin.
Bu dünyada
rahat edemedin
ama gittiğin yerde
rahat uyu
minik kuş.
Anneciğin
"Nehir'im akıyor,"
demiş.
Güzelliklere ak minik Nehir.

04 Eylül 2010

Sonbahar ve tarhana seferberliği

Takvim Eylül'e döndüğünde, tam da o gün, sonbahar geliverdi. Daha bir gün önce nemli ve sıcakken hava, 1 Eylül sabahı yağan yağmur şimdi sonbahar zamanıdır diye fısıldadı. Geceler soğuk, sabahlar serin, gündüzler sıcak ama kuru bir sıcak. Bunaltmayan, hırpalamayan bir sıcak. Bahar aylarıyla birlikte (özellikle Nisan sanırım), Eylül ayını da çok sevdiğimi düşündüm bir kez daha. Hele de pazardaki bolluğu görünce. Kış hazırlıklarımı tamamladım sayılır. Hatta ilk tarhanamı pişirdim bile, hava soğuyuverince. Ve tarhananın nasıl bir mucize olduğuna bir kez daha hayret ettim, sonra da ilk tarhanamı yapmak için neden 45 yaşını beklediğime hayıflandım. Bu nasıl bir mucize hakikaten. Yani domatesli, soğanlı bir nohut yemeğini o sıcakta dışarda bıraksanız ertesi güne bozulmuş olur değil mi? Peki ya yoğurdu? (Gerçek bir yoğurttan bahsediyorum tabii, piyasadaki otuz gün dışarıda bıraksan ekşimeyecek yoğurtlardan değil.) İş mayada herhalde ve unda. O sıcaklarda günler boyunca oda sıcaklığında kalan bir hamur nasıl olur da bozulmaz? Kimya bilen birileri anlatır mı bize acaba? Gerçekten çok merak ediyorum. Bu sefer 8. günü bekledim sermek için (Funda'cığım kulakların çınlasın, sözünü dinledim ya bir gün daha dayanamadım!) Biraz daha tecrübeliydim, pratik yöntemler geliştirdim. Mesela ufalama konusunda o kadar hırpalamadım kendimi. Nasıl olsa suda bekleyince eriyormuş, onu gördüm. Kolay oldu mu? Hayır yine de yorucuydu son kısmı. Şıpır şıpır terledim hamurları serer, çevirir, daha küçük parçalara ayırır veya avuç içimde ufalamaya çalışırken ya "alın teri"nin ne denli önemli olduğunu gördüm bir kez daha. Ve emekle yapılan her şeyin ne kadar değerli olduğuna inancım pekişti. Bu yüzden sizi tarhana seferberliğine davet ediyorum. Geç kalmış sayılmazsınız. Korkutmasın sizi süreç. Sonunda emin olun kendinizle gurur duyacaksınız. Haydi tarhana yapmaya. (Önceki tarhana yazısında geçen yılki ilk tarhana yazısının linkini vermiştim. Onu takip ederek gün gün neler yaptığımı okuyabilirsiniz. Yorumlarda da arkadaşlarımız çok yardımcı olmuş, tecrübelerini paylaşmışlardı. Eminim pek çok sorunuza yanıt bulacaksınız yorumlarda. Bir başka yazıda da kış hazırlıklarına dair linkler vermiştim. Belki o yazı da diğer hazırlıklarınız için yardımcı olur. Bizim blog komşularının her biri birbirinden marifetli. Hepinizin ellerine sağlık kızlar!)
El emeğinden bahsetmişken, bugün bir sevgili arkadaşımın, Mine'ciğimin ricası var, çok sevdiği bir dostunun emekli olduktan sonra evde yemek yapıp satmaya başladığını söylemiş Mine ve tanıtır mısın demiş. Ben de seve seve dedim. İşte Tina hanımın blog adresi. Belki özel günlerde veya vakit bulamadığınızda evinizde pişmiş gibi güvenle misafirlerinize sunacağınız yemekler sipariş etmek istersiniz kendisinden:
http://www.evdeyemekyapiyorum-tina.blogspot.com/