27 Şubat 2009

Dünya mutfakları

Bugün ne yazayım diye düşünürken genelde yaptığım gibi -hazır bir konu yoksa zihnimde- fotoğraf arşivine baktım. İnsan fotoğraflara baktıkça geçmiş günleri anımsıyor. Nerelere gitmişim, neler yemişim, kimlerle kahkahalar atmışım, neleri merak etmiş, hangi anları kayda geçirmek istemişim... Seyahatlerden kalma yemek fotoğrafları haliyle arşivin önemli bir kısmını kaplıyor. Onlara bakarken bu fotoğraf çıktı karşıma. Galiba 2007 yılındaki New York seyahatinde, biricik Hülya ile buluştuğumuz bir gün gittiğimiz restoranda tattığım bir yiyecekti bu. Pirinç yufkasına sarılmış sebzeler. Bir Uzakdoğu lokantası idi. Tek bir mutfaktan çok bir kaç mutfağı birlikte sunan, yaratıcı sunumlarıyla ilgi çeken bir yerdi. Öyle anımsıyorum en azından. Aklıma pek çok restoran, pek çok ülke mutfağı geliyor bu fotoğraflara bakarken. Hangilerini seviyorum diyorum. Liste yap deseler yapabilir miyim? Zor geliyor liste yapmak. Bir ülke mutfağını tümüyle kabullenmek veya reddetmek gibi bir durum söz konusu olamıyor benim için. Eti otomatik olarak listeden çıkardığım için geri kalanları deneme eğiliminde oluyorum genelde. Çok acılı lezzetlere bayıldığımı söyleyemem, yemekte çok fazla "tatlı" tatları algılamayı da sevmiyorum. Kararında olabilir, az biraz, ona itiraz etmem. Siz hangi mutfakları seversiniz? Özellikle sevdiğiniz veya unutamadığınız bir yemek veya yiyecek var mı?

24 Şubat 2009

Yaşasın enginar!

Bu fotoğraf da artık yıprandı. Kitapta, blogda yayınlandı, yüzü eskidi moda deyimle. Ama ne yapayım ki çok seviyorum kendisini. O yüzden de her enginardan bahsetmek istediğimde nasılsa o var diye sahneye kendisini itiveriyorum. Tepetaklak düşmeden çıkıyor, rolünü en iyi şekilde oynuyor ve alkışları hak etmiş bir şekilde sahne arkasına dönüyor. Yani mideme. Müjde, bu yılın ilk enginarını yedim. Müjde oğlum/kızım oldu gibi bir şey oldu bu pardon ama ne bileyim enginar yemek çok güzel. Ben donduran, kavanozlarda sıkıştıranlardan değilim bu güzelliği. Kendilerini mevsiminde taze taze yemeyi yeğ tutarım her daim. Hayır diyeceksiniz ki kardeş Mart ayı geldi daha yemedin mi, eh tabii bizim pazarda Ocak'tan beri var ama tanesine 4 lira verip alacak yürek bende yoktu. Bu hafta gözümü kararttım, 2.5 liradan aldım kendilerini ve her zaman olduğu gibi (resimdeki gibi yani) limonlu suda haşlayıp sarımsaklı sosuyla yedim. Bir kez daha hatırlatayım, siz siz olun, limon tuzlu suda bekletilmiş enginarlardan almayın, satıcının başında durun ayıklasın. Ya da siz ayıklayın vaktiniz varsa. Hayatımda bir kere yaptım beklemiş enginar alma hatasını, bir daha nasla!
*
Cem Birder dostu bilen biliyor, bilmeyen de öğrenecek elbet. Açık Radyo'da Toprak Ana adlı güzel mi güzel bir program yapar kendisi. Sitesini ziyaret ederseniz güzel sürprizler bulacaksınız:
www.toprakana.com.tr

23 Şubat 2009

Bitki tanıma kursu-İzmir


Bu kurs bilgisi geçenlerde kendisinden ve kitaplarından bahsettiğim Dr. Cenk Durmuşkahya'dan geldi. Egeli dostlara duyurulur.

Kayıt ve Bilgi
Anatolica Doğal ve Organik Ürünler
Mahmut Esat Bozkurt Cad. No: 13/C Alsancak İzmir
Email: anatolica.organik@gmail.com
Tel: 0232 463 50 08

Anadolu’da yaklaşık 11.000 çiçekli bitki türü yaşıyor. Ancak bizler herhangi bir eğitim almadığımız için bu bitkileri tanımıyoruz. Her gün yolda yürürken onlarcasını gördüğümüz bitkilerin acaba kaç tanesinin adını biliyoruz?

Bitkileri tanımak neden önemlidir ya da bitkileri tanımak bize ne gibi bir yarar sağlar?

Günlük yaşamımızın neredeyse tamamını bitkilere borçluyuz. Çünkü üzerimize giydiğimiz elbiseler, üstüne oturduğumuz mobilyalar bitkilerden yapılıyor. Okuduğumuz kitap ve gazeteler, kullandığımız boyalar, eşyalarımızı sakladığımız sandıklar bitkilerden elde ediliyor.

Ama daha önemlisi yediğimiz yiyecekler, kullandığımız ilaçlar bitkilerden elde ediliyor. Bu nedenle bitkiler yaşamımızda birinci derecede önemli bir rol oynuyorlar. Bu eğitim ile çevrenizdeki bitkileri kolayca tanıyabilir, onları günlük yaşamınızda daha faydalı bir şekilde kullanabilirsiniz.

21 Şubat 2009

Üç güzeller

Susam yağını merak edenler için. Daha çok Asya mutfaklarında kullanılıyor, Çinlilerin "wok" tavasında, harlı ateşte hızla pişirdikleri sebze yemeklerinde mesela. Susam yağı bizde pek satılmıyor, oysa evinizde tahin varsa ve bir süre beklediyse üzerinde yağı birikmiştir. İşte bu susam yağı. Gerçi benimki kavrulmuş susam yağı, çok yoğun bir aroması var. Az miktarda kullanmak yeterli oluyor, bir tatlı kaşığı bile yeterli aromasını yayması için. Dilerim yardımcı olabilmişimdir.
*
Büyük konuşmamak gerekiyormuş, bunu anladım. Bu sitenin düzenli okurları hatırlar, bir Brüksel lahanası fotoğrafı koymuştum yazılardan birine ve demiştim ki ben Brüksel lahanası sevmem. Hakikaten sevmiyordum. Sonra geçen hafta İzmir'den o müthiş koli geldi. Size bu konudan daha ayrıntılı bahsedecektim ya Umut'tan bilgi bekliyorum. Çevremizde pek çok kişiye koliyle bahçemizde yetiştirdiğimiz organik sebzelerden yolluyoruz demişti. Bana gelenler (kereviz, brokoli, Brüksel lahanası, Çin lahanası, kırmızı ve beyaz lahana, kivi, taze soğan ve taze sarımsak) artık kışın son güzelleriymiş. Yazlıkların ekimi başlıyor dedi. Onlar olunca bildireceğim elbet. Geçen hafta pazardan sultani bezelye almıştım. Neden bu üç güzeli birlikte pişirmeyeyim dedim ve geleneksel basit ve hızlı tariflerimden birini yaptım: Hepsini ayıklayıp yıkadım, tencereye koydum. 3-4 diş sarımsak doğrayıp koydum, az tuz, az karabiber ve bir çorba kaşığı susam yağı (yerine zeytinyağı kullanabilirsiniz) ekledim, kapağını kapatıp pişmeye bıraktım. Çok değil, beş dakika. Kendi buharında pişti yemeğim. Beni en şaşırtan şey, Brüksel lahanasının o kendine has lezzetiydi. Doyamadım yemelere iyi mi?

18 Şubat 2009

Tahin de güzel pekmez de

Bugün 30 Ocak 2006'ya gittim zihnimde. Aslında zihnime de gerek yoktu, Turunç Kokulu Düşler'i açtım ve blogda paylaşmak için bir tarif ararken o günle karşılaştım. Güzel bir börek yapmıştım, tatlı bir börek: Tahin-Pekmez ve Bademli Tatlı Börek. Gerçekten de pek lezizdi, hatırlıyorum. Üstelik çok basitti. O anda ortaya çıkmıştı ve yiyenler bayılmıştı. Turunç Kokulu Düşler, düşlerim, anılarım, Antalya günleri, pazarlar, tarifler... Güzelmiş hepsi. Bugün de güzel. Güneş var. Kuşlar cıvıl cıvıl, ortalık sessizcene. Bahar gelmiş bile, bademler patlamaya başlamış, sarı papatyalar boylanmakta, Akdeniz masmavi, dağlar pırıl pırıl...
İşte tarifimiz:

Bir büyük yufkayı ortadan ikiye kesin, yarısının üzerine fırçayla zeytinyağı-su karışımı sürün. Üzerine de tahin-pekmez gezdirin (ben içine bir kaşık da narenciye çiçeği suyu koymuş, tarifte de isterseniz portakal kabuğu rendeleyin demiştim) ve kaşık yardımıyla yayın. Onun üzerine doğranıp hafifçe kavrulmuş badem serpeleyin, yufkanın geniş yerinden başlayarak üç parmak genişliğinde sarın, verev olarak kesin ve yağlanmış tepsiye dizin. Diğer parçayı da aynı şekilde hazırlayın. Yufkaların üzerlerine yağlı sudan sürün ve 200 derecede 12-15 dk (kenarları kızarana kadar) pişirin. Fırından çıkarınca ufak bir süzgeç yardımıyla pudra şekeri serpin ve ılık halde servis edin.

17 Şubat 2009

Doğru beslenme ve sağlık üzerine

Mehtap "Herkes Konuşuyor" başlıklı bir yazı yazmış. Yirmi yıllık sağlık tecrübesiyle paylaştığı bilgiler her eve lazım türden. Sizler de okuyun isterim.
(Mehtap, özellikle zeytinyağı konusunda söylediklerine o kadar katılıyorum ki. Türkiye'de sadece diyetisyenler değil, kalp doktorları bile ne diyor biliyor musun:
Bütün yağlardan almanız gerekir, fındık yağı, soya yağı, mısırözü yağı da kullanın. Hatta bunları karıştırıp öyle kullanın! Hiç biri de biz bu yağları öneriyoruz ancak rafine edilmiş yağların sağlığa yararlı bir yanı var mı yok mu diye düşünmüyorlar bile. Kaç yıl önce Amerikan Soya Birliği'nin bir basın toplantısında Hintli bir doktor soyanın yararlarını anlatıp soya yağını göklere çıkardığında, "peki rafine edilmiş soya yağından bu vitamin ve mineralleri alabiliyor muyuz" diye sormuştum. Hık mık etmiş, "pek değil" demişti.)

16 Şubat 2009

Haftabaşı çorbası

Tarif yaratmayı seviyorum. Eldeki malzemeye, içimin ne istediğine, hangi malzemeyle uyum sağlayacağına, o an vaktim olup olmadığına ve uğraşmak isteyip istemediğime bakıyorum. Sonra da kolları sıvayıp işe girişiyorum. Enerjim varsa elbette, yoksa patates çuvalı gibi oturmaya devam. İşte dün de öyle -yaratıcı- günlerimden biriydi. İzmir'den gelen koliden çıkan minimini kerevizlerle çorba yapmak istedim. Ah dedim, keşke krema alaydım, dün gördüm de. Olsun dedim sonra, neden meyaneli (miyane de denir ve tabii beşamel sos da) yapmayayım ki. İçine de kerevizin yoğunluğunu almak, çorbayı çoğaltmak için bir kaç tane patates ekleyeyim. Dört kerevizi soyup doğradım, üç tane de patates ekleyip onları bir tencerede haşladım. Ayrı bir tencereye az miktarda (30 gr kadar) tereyağı ve 1.5 çorba kaşığı un koydum, bir kaç dakika kavurdum ve azar azar süt ilave ederek sürekli çırptım, ki topaklanmasın. Yarım kilo süt koydum. Çok yoğun bir sos değildi bu. Yine de topakları vardır diye blenderden geçirdim, keza kerevizle patatesi de. Birleştirdim ikisini, biraz su ekledim açmak için, tuz, karabiber (beyazı daha iyi olurdu ya evde yok) ve muskat ekledim. Son olarak da bir demet taze sarımsağı incecik doğrayıp koydum ve afiyetle içtim. Pek güzel olmuştu. Yanında da Kastamonu'nun ekşi mayalı ekmeği...

15 Şubat 2009

Pazar yazısı

Bugün pazar. Tatil günü. Bilmem ki sizin oralarda havalar nasıl? Keyfiniz yerinde mi? Mutlu musunuz? Bu aralar epey bir kitap bitirdim. Bir tanesi de kaçıncı defa okuduğumu bilemediğim Huzurun Kendisi Olmak. Vietnamlı budist rahip Thich Nhat Hanh'dan. Okyanus Yayınları 2000 yılında çıkarmıştı. Bu kitaptan altını çizdiğim iki bölümü -kısaltarak- paylaşayım istedim:

"Geçenlerde bir arkadaşım bana şunu sordu: Acıyla dolu olduğum zaman kendimi gülümsemeye nasıl zorlayabilirim? Bu doğal değil. Ona acısına gülümseyebilmesi gerektiğini söyledim. İnsanoğlu milyonlarca kanalı olan bir televizyon gibidir. Acıyı çevirirsek acı oluruz. Gülümsemeyi çevirirsek gerçekten gülümseme oluruz. Tek bir kanalın bize hakim olmasına izin veremeyiz. İçimizde herşeyin bir tohumu vardır ve egemenliğimizi yeniden kazanmak için içinde bulunduğumuz duruma hakim olmalıyız." (sf. 17)
*
"Zen tapınaklarında meditasyon salonundaki tahtada dört satırlık bir yazıt vardır. Son satırı şöyledir: "Yaşamını boşa harcama." Yaşamlarımız günlerden ve saatlerden oluşmuştur ve her bir saat çok değerlidir. Saatlerimizi ve günlerimizi boşa mı harcadık? Yaşamlarımızı boşa mı harcıyoruz?" (sf. 41)
Yorumu size bırakıyorum. İyi pazarlar.

13 Şubat 2009

Ebeler, sobeler ve diğer şeyler

Bir sürü şeyden bahsetmek isteyince başlık da ona göre "ortaya karışık" kıvamında oldu:
1. Bloglararasında bir türlü bitmeyen ebeleme, sobeleme oyunlarından pek haz almayan bir ben mi varım diyordum ya dün iki blog komşumun daha benim gibi düşündüğünü görünce duygularımı ortaya dökmeye karar verdim. Neden bu kadar çok ebeleme/sorgulama oyunu dönüyor bloglarda? Ortaokuldaki anı defterlerimizi anımsıyorum. Sorular yazılı olurdu defterin ilk sayfasında, defteri arkadaşımıza uzatırken, hepsini yanıtla lütfen derdik gururla. Ama o zaman ortaokuldaydık.
2. Neden insanlar çoksatan kitaplara merak duyarlar? Binlerce insanla aynı anda bir kitabı okuyor olmak beni olsa olsa iter. Çok merak etsem de suların durulmasını, kitabın unutulmasını beklerim şezlonga uzandığımda elime almak için. "Çoğunluğun bir parçası olmak" için midir? (Bu soru biraz önce Radikal kitap ekindeki çoksatanlar listesine bakarken tırmaladı içimi.)
3. "Lezzetin Başkenti Kastamonu" başlıklı bir broşür verdi Mustafa Afacan dost, Metro-Gastro yemeğinde. Yanında da Kastamonu'dan getirdiği ekşi mayalı ekmek vardı. Fotoğraftaki ekmeği Kastamonu ekmeğine benzettiğim için koydum resmini, oysa Le Pain Quotidien'in ekmeği bu. Bugünlerde onu dilimliyorum incecik, kızartıp çorbamın içine atıyorum. Mustafa Afacan, Kastamonu için çalışıp didinen bir dostum. Bir de Kastamonu'nun yerel ürünleri için. Haftabaşı daha uzun bahsedeceğim ondan.
4. Ah Umut, ne güzel şeyler çıktı kolimden. O güzelim brokoliler, kerevizler, lahanalar ve yeşilliklerle neler yapsam diye düşünüp duruyorum. Kybele sitesinden bu ürünlerin yetiştiği toprakları görmek mümkün. Bu konunun da devamı gelecek...

12 Şubat 2009

Nihat Akkaraca

Başsağlığı dileklerinizi Nihat abinin ailesi ve tüm sevenleri, dostları için kabul ediyorum arkadaşlar. Biz sadece bir kere yüzyüze görüştük Nihat abiyle ama arada yazışırdık. Sağolsun, ne zaman yardım isteğiyle kapısını çalsam yardım etmiştir. Mutfaklardan Taşan Öyküler'i okuyan dostlarım Nihat abiyi biraz daha iyi tanıyordur, orada kendi dilinden öyküsü var. Hayatımda öğrenmeye bu kadar meraklı az insan tanıdım. Kendi kendine İngilizce, Almanca, Yunanca öğrenmiş Nihat abi. Datça'sına hayrandı, Datça'nın öykülerini derlerdi. Bir kitabı Datça'da Zaman adıyla yayımlanmıştı, yeni bir kitabın hazırlığını yapıyordu. Eminim sevenleri ve ailesi bu kitabın okurlarıyla buluşması için çaba gösterecektir. Burada okuyacaklarınız Mutfaklardan Taşan Öyküler kitabı için yazdığı yazıdan:

1931 yılında Datça’da doğdum. İlkokul eğitimi aldım. İş hayatı bir kargaşalar yumağı, yine de anlatayım: İlkokuldan sonra askere kadar çiftçilik ve bir yıl kahvecilik yaptım. Deniz eri olarak askerlik yaptıktan sonra Datça’ya değil İzmir’e dönüp işçilik yapmaya başladım. Bir süre ticaretle uğraşıp iflas ettikten sonra Amerikan üslerinin inşaatında karo döşeme işlerini üslenen bir inşaat firmasına girdim. Önce işçi, sonra ustabaşı olarak çalışırken İngilizce öğrenmeye kalkıştım. Kendi kendime öğrendiğim az İngilizce’yle Sinop’taki Amerikan üssünde basit bir tercümanlıkla işe başladım. İngilizce’yi ilerleterek iş saatleri dışında teknik tercümeler yapmaya başladım. Böylece aylık ücretimin dışında da para kazanırken, soğutma sistemlerinin ilgimi çekmesi üzerine o tür kitaplar üzerine yoğunlaşınca müdürlerin dikkatini çekmişim. Bunun üzerine beni havalandırma (air conditioner) kısmına şef olarak atadılar. İşim gereği elektriği öğrendim. Çünkü işyerinde hazine gibi bir kütüphane vardı ve artık İngilizce teknik kitapları zorlanmadan okuyup anlıyordum. Bu arada Amerikan üsleri kapanır işsiz kalırsam Almanya’ya giderim düşüncesiyle Almanca öğrenmeye karar verdim. İş yerinde çalışan Almanlara Türkçe öğretirken ben de Almanca’mı orta duruma getirmişim. Sonra elektroniğe yöneldim ve iş saatleri dışında Sinop’ta açtığım dükkânda televizyon ve video tamirine başladım. Emekli olduktan sonra da yıllarca elektronikçi olarak çalıştım.
1986’da memleketim Datça’ya taşındım. Burada açtığım elektronik tamir dükkânını kapattıktan sonra boş kalmamak için Datça’da arkadaşlarımla bir yerel tarih grubu kurduk. Grubun çalışmaları esnasında Türk-Yunan ilişkilerini araştıran alt grubu yönetirken herkes çekildi ben kaldım. Sömbeki Adası’nda İngilizce yayınlanan bir yerel gazeteyle, Symi Visitor, ilişki kurarak tarihi bilgileri değiş tokuş ederken gazeteye yazılar yazmaya başladım. Daha çok ilişkileri ilgilendiren yazılar. Gazetenin her sayısından 20-30 tane gönderiyorlar. Ben de Datça’da okumak isteyenlere dağıtıyorum. Bu gazetenin bir yemek yazarı var: Adriana. Çok güzel Yunan yemekleri yazıyor. Bazı sayılarda dikkat ediyorum bitkilerin mitolojik öykülerini de yazıyor. Adriana benden de yemek tarifi istiyor. Ama bakıyorum bizim yemeklerle onların yemekleri arasında fazla fark yok. Bu arada bir senedir Yunanca çalışıyorum. Çok zor ama Sömbeki’den her hafta gelen arkadaşlarımla çat pat anlaşmak hoşuma gidiyor.
Tarih grubu için araştırma yapıp yazılarım sergilerde görününce ilgi topladı. Ben de yaşanmış öyküleri dinleyip yazmaya ve yerel gazetelerde yayınlamaya başladım. İki senedir yazıyorum. (Nihat Abi bu yazıyı Aralık 2004’te yazıp yolladığına göre yazmaya başlayalı beş sene olmuş.) Öykülerle ilgilenen bir yayınevi var, Zürih’te Türkçe yayın yapan bir radyo ara sıra öykülerimi okuyor. Geçen Ay (Kasım 2004) İzmır Life Dergisi’nde ‘Datça Boğa Güreşleri’ başlığıyla bir yazım yayınlandı. Bunlar bana heyecan veriyor. Boş durmak yok. Gündüz dinliyor, kaydediyor, akşamları yazıya döküyorum. Sadece öykü değil. Eski Datça’daki öykülü manileri de topladım. ‘Datça Ağzı’ başlığı altında eski Datça aksanı kelimeleri derlemekteyim. Dünyanın bir çok yerinde arkadaşım var. Durmadan mailler gelir gider. Yaz aylarında arkadaşlarımdan Datça’ya gelenlerle ilgilenirim. Datça’da bir çok kişi bana ‘Gönüllü Konsolos’ der. Ancak bütün bunlar beni yormuyor, aksine coşku veriyor.

11 Şubat 2009

Bir çınar daha yitti

Biraz önce Datçalı dostlarımızdan Fulya'dan geldi haber. Nihat abimiz bir başka dünyaya göçmüş. Dilerim ona layık bir dünyadır, onu uzaktaki sevdikleriyle buluşturur bu yeni vatanı. Orada da öğrenmeye, bilgilenmeye ve güzellikleri paylaşmaya devam edecek biliyorum. Biliyorum da yerin nasıl doldurulacak Nihat abi onu bilmiyorum. Seni çok özleyeceğiz, bilesin. Umarım sana layık olabiliriz, biz, bütün kardeşlerin.

Bisiklete binmek

Dün akşam Sargun A. Tont'un önceki yazıda bahsettiğim kitabını bitirdim. Son iki paragrafı o kadar duygulandırdı ki beni, o kadar işledi ki yüreğime, paylaşmadan edemedim. Dilerim bana kızmaz:
"Benim de gözüme bir şey batmış olacak ki, Düldül'ün (çok sevdiği bisikleti) gidonu sırılsıklam oldu. Hak etti kerata, ne güzel gidiyorduk. Zaten döndüğümde, güzel bir sopa çektikten sonra, onu esir bisiklet ticareti yapan bir ülkeye satacağım.
Bu acı karşılaşma bir şeyi kafama dank ettirdi, o da içimdeki yanan ateş. Bu işin sırrı buydu. Bu ateş herkesin içinde yanar, ama çoğu farkında değildir. Mallory'ye dağlara niye tırmanırsın diye sormuşlar, "Orada oldukları için" demiş. İnanmayın. Onun da yaptığı, içindeki yanan ateşe su serpmekten başka bir şey değildi."
*
İçindeki ateşin farkında olmak çok önemli mesele dostlar. Dilerim hepiniz o ateşin size fısıldadıklarını duyuyorsunuzdur veya gönlünüzün kulağı tez zamanda açılır da duyarsınız. Eh, bu yazıya da bir bisiklet fotoğrafı yakışırdı, elbette Amsterdam'dan.

10 Şubat 2009

Dünyanın en güzel tatlısı

Tarifini merak edenler şu yazıyı okuyabilirler. En ayrıntılı tarifi de Mehmet Vuran dost vermiş. Gidip görün mutlaka sitesinde, işte tam öyle olmalı!
*
Güneşli ve ılık bir bahar günü. Torino'da "pazar" var bugün. Yani günlerden hangi günse. Bir kalabalık, bir telaşeli. Aynı bizim pazarlar gibi. Satıcılar bağırır, alıcılar satıcılara sataşır, çantalar, torbalar, seçmece, seçilmeyice... Benim gibi biri için bulunmaz nimet. Canım seyahat çekti herhalde, eski gezi fotoğraflarına bakmaya başladım bu sabah. Güneşli bir güne uyanmanın sevinciyle, kendimi yollara atmak istedim. Hani uzaklara değil, yakındaki bir köye, kasabaya gitmek bile yetecek. Bunda dün akşam okuduğum kitabın etkisi var mı diye düşünüyorum. Sargun A. Tont'un Nerden Geliyorsun? Kuzeyden adlı kitabını yüzümde bir gülümsemeyle okuyorum. Sulak Bir Gezegenden Öyküler'i bilirsiniz belki. Okumadıysanız hemen edinin derim, tabii hala piyasada varsa.
Ne diyorduk? Dünyanın en güzel tatlısı deyip başka konulara daldım. Fırınlanmış kuru incir. Ne kadar basit bir tatlı. Ama bir o kadar da besleyici, tatmin edici. O varken pastalara, böreklere ne gerek var ki? Bu fotoğraftakiler İtalyan usulü fırınlanmış incir. Bizimkinde (Bodrum pazarlarında rastlayabilirsiniz) susam ve badem de var! Yolunuz Bodrum Pazarı'na düşerse, otogar tarafındaki merdivenden çıktığınızda hemen yukarıda Elif anayla karşılaşırsınız, hah işte, onda vardır mutlaka.

09 Şubat 2009

İzmir'de bir doğal ürün dükkanı

Yeni bir doğal ürün dükkanı haberi aldım. İzmirli dostlarımızın işine yarar düşüncesiyle burada yer vermek istiyorum. Metro-Gastro yemeğinde gördüğüm dostlardan biri de Dr. Cenk Durmuşkahya. Cenk, TÜBİTAK Yayınları'ndan çıkan Bitkisel Hayat adlı kitabın yazarı. (Şimdiden söyleyeyim, önümüzdeki ay Atlas dergisi Cenk'in hazırladığı bir baharat kitapçığını ek olarak verecek.) Ayrıca Metro-Gastro dergisi yazarlarından ve Celal Bayar Üniversitesi öğretim görevlisi. Yaz aylarında Doğu Karadeniz yaylalarına bitki gezileri düzenliyor. Ne kadar istiyorum katılmayı, belki kısmet olur. Cenk, İzmir'de eşiyle birlikte Anatolica adlı bir dükkan açtıklarını söyledi. Sertifikalı organik ürünler dışında Almanya'dan ithal edilen organik kozmetikler, kendi yaptıkları katkı maddesi ve koruyucu kullanılmadan hazırlanan reçel, konserve, pekmez ve şaraplar, doğadan kendi topladıkları şifalı bitkiler, Cenk'in hazırladığı bitki karışımları ve olabildiğince öğütülmemiş halde (veya anında öğüterek) satmaya çalıştıkları (bunun nedeninin öğütülmüş baharatların içerisinde başka maddeler bulunması ihtimali olduğunu söylüyor) baharatlar var. Adresi aşağıda, belki sizin de yolunuz düşer.

Anatolica Doğal ve Organik Ürünler
Mahmut Esat Bozkurt Cad. No 13C
Alsancak İzmir
(Kıbrıs Şehitleri Halk Bankasi Sokağı)
Tel: 0232 463 50 08

08 Şubat 2009

Biggest Looser

Televizyonlarda yemek yarışmaları ardı arkasına başlıyor, farkında mısınız? "Yemekteyiz" yarışması başarılı olunca diğer kanallar da benzer yarışmalar sunmaya başladı. (Herhalde bu yarışmalar dizilerden daha ucuza mal oluyordur kanallara, ne de olsa katılanlara -birinci dışında- para ödemiyorlar. O da -kendi kazançlarının yanında- matah bir miktar olmadığına göre ve reyting de yaptıklarına göre.) Artık hangi kanalı açsanız bir yemek yarışması çıkıyor karşınıza. Amerikan NBC televizyonunda yedi sezondur yayımlanan bir yarışma var: "Biggest Looser" (Tam Türkçesi "En Çok Kaybeden") Ödülü 250 bin dolar! Yani belli bir süre içinde en çok kilo veren kişi ödülü kazanıyor. Aynı "Biri Bizi Gözetliyor" yarışmaları gibi kameraların olduğu bir evde ter döküp, aç kalıp yarışmayı kazanmaya çalışıyorlar. Herhalde bu kadar yemek programıyla şişmanlayıp sonra zayıflama programlarında aldığımız kiloları vermeye çalışacağız. Öyle görünüyor. Bu yazının ilhamı The New York Times gazetesinde yayımlanan şu yazı. Okumak isteyenler için linki:
http://www.nytimes.com/2009/02/04/dining/04loser.html?pagewanted=1&ref=fitnessandnutrition
Yazının sonunda bir paragraf var ki en önemli yeri orası bence: "Bunca çaba, gözyaşı ve ter dkmenin sonunda öğrenilen nedir? Basit: Aldığınız kalorileri sayın, egzersiz yapın ve yemek yapmayı öğrenin!"

07 Şubat 2009

Biraz kırmızıyı hak ettik

Kırmızı sizin için ne ifade ediyor? Çoğunuz kalp diyeceksiniz sanki, damarlar, kan. Bir kısmınız ateş diyeceksiniz, elma, kiraz, biber, dudak, gül, gelincik... Uzunca bir liste yapılabilir kırmızıyla. Bir de tabii domates, onu sona sakladım, fotoğraftaki güzel yüzünden. Domates kurutanlardan mısınız? Ben yıllardır kuruturdum, Burhaniye'nin rüzgarında. Geçen yaz kurutmadım ilk kez. Neden bilmem. Ama önce Artebella'nın kurutulmuş, doğranmış (ya da tam tersi) domatesleri girdi mutfağıma, sonra Yerlim'in kurutulmuş domates tozu, sonra Kürşat'ın kurutulmuş ama sonra ıslatılarak kullanıma hazır hale getirilmiş domatesi. Son olarak da Ayfer'ciğim bana Bodrum'dan kuru domatesler getirdi. Onlarla ne yapsam derken fotoğraftaki kırmızı çıktı ortaya. Kapariler Nazlı arkadaşımdandı, kekiği yaşlı bir amcadan almıştım, ama nereden? Onu hatırlamıyorum. Zeytinyağı Burhaniye'nin. Biraz da sarımsakla deniz tuzu var içinde. Simit arasında, dil peyniriyle bir güzel oldu ki sormayın.
*
Üç de kitap haberim var. Birincisi güzel bir kadının armağanı, sevgili Neslihan'ın: Giresun Yemekleri. Giresun Valiliği'nce çıkarılan kitapta öyle güzel yemekler var ki. Çok teşekkürler Neslihan'cığım! İkincisi Ebru Şallı'nın yeni kitabı, Besleyici ve Lezzetli Çocuk Yemekleri adlı kitabı. Alfa'dan çıktı. Çok sevdiğim bir ağabeyden, İlhan Eksen'den de bir kitap haberi var. Çok sevilen kitabı Dengeli Demlenme ve Rakı Mezeleri'nin 6. baskısı Alfa'dan çıktı, ilgilenenlere duyurulur.

06 Şubat 2009

Bu toprağın zenginliği

Ek. Doğru dürüst açıklamadığım için kusura bakmayın. Bu yiyecekler -ne yazık ki- sadece dergi yazarları ve basın mensuplarının olduğu bir yemekte sunuldu. Fuarda bu yemekler yok ancak çeşitli sunum ve tadımlar var, aşağıda linkini verdiğim siteden programa ulaşılabilir.
*
Uşak, Kastamonu, Kahramanmaraş ve Antalya'dan tarhana çorbaları, Gaziantep, Kilis, Kahramanmaraş, Mardin ve Adana'dan içli köfteler, Mardin'den soğan dolması, Kahramanmaraş'tan havuç dolması, Ohri usulü Rumeli böreği (fotoğraftaki), Bursa'dan zeytinyağlı yeşil domates, Gaziantep'ten zeytin piyazı, Konya'dan küflü peynir, Antakya'dan sürk çökeleği, Kars'tan gravyer, Seferihisar'dan armola, Karaburun'dan kopanisti, Gaziantep ve Antakya'dan zeytin, Ege ve Akdeniz'den ısırgan, arapsaçı, ebegümeci, şevketibostan, turp otu, gelincik, cibes, radika, hardal otu, kuzukulağı, Çorum'dan ca dolması, Bursa'dan sakızlı kebap, Sivas'tan muhaşşerli pilav, Van'dan fırında inci kefali, Diyarbakır'dan nardan aşı, Urfa'dan şıllık, Kahramanmaraş'tan çullama, Samsun'dan sütlü incir, Diyarbakır'dan kahi, Mersin'den cezerye, Antalya'dan ramazan bağaçası, Kahramanmaraş'tan dondurma. Çok özel insanların elinden çıkan onlarca yemek Metro-Gastro dergisinin 50. sayısı şerefine hazırlandı, konuklara sunuldu. Emeği geçen herkese, elbette en başta bu yemeği organize eden Metro Group yönetim ve çalışanlarına, derginin belkemiği sevgili Nilhan Aras'a teşekkürler. (Not. Metro-Gastro Buluşması 2009, 7 Şubat 2009 Pazar günü 19:00'a kadar CNR 1. Salon'da devam edecek.)

04 Şubat 2009

Berekete dair

Size de olur mu bilmem, bazen bir fotoğraf gördüğümde plopppp, sözcükler beliriverir zihnimde. Bu fotoğraf karşıma çıktığında (ben çektim tabii) "berekete dair" demek geldi içimden. Bir fotoğraf seçeyim, siteye koyayım, yazısını sonra yazayım diyordum çünkü pazara gitmem lazım. Geç kaldığım için otçu kızım sütleri satmıştır. Yerelmacım bana yerelması ayıracaktı, bilmem ki getirdi mi? Getirdiyse hala tutuyor mu? Çiçekçiler, sebzeciler, meyveciler... Bir an önce gidip güzellere kavuşmam lazım. Onlar toprağın bereketi. Bol bol sebze yemek istiyorum bu hafta. Bakliyat yemek istiyorum, bulgur yemek istiyorum. Karbonhidrat krizini atlattım nasılsa. Bazen canınız bir şey ister hani, tutturuk çocuklar gibi zihninizde dolanıverir o yiyecek, ben de illa poğaça istiyordum dün, peynirli pofuduk poğaça. Pastane poğaçası yemem, evde de yapmam, 1-2 tane yiyeceğim diye. Yolum düştü, aklıma geldi bizim Menekşe Börek Salonu'na uğradım. Pek hoş kadınlardır, açma börekleri ünlüdür. İki poğaça, iki dilim de açma börek koydurdum kutuya. Yok yok, poğaçanın birini yolda yürürken yedim. Nasıl da güzel geldi! Diyet sevdasına düşmüşse dahi insan, küçük kaçamaklara göz yummak lazım. Onlar size devam etme gücünü veren şeylerdir. Bir ufak kaçamak size kilo aldırmaz ama kaçamağı yapmamak hedefinize ulaşmadan vazgeçmenize neden olabilir. Bugün küçük kaçamak yapın. Yemekle ilgili olması gerekmez, ne bileyim öğlen kaçamağı yapın, sokağa çıkın, parka gidin, kuşları besleyin, deniz havası alın, bir kaç parça çikolata yiyin. Sonra da kocaman bir gülümseyin, yaşamın tüm sevinçleri sizin olsun!

03 Şubat 2009

Dünyanın en sağlıklı yiyecekleri

İngilizce bilenler ve arada ihtiyaç duyanlar için bir site adresi:
Dünyanın En Sağlıklı Yiyecekleri (World's Healthiest Foods)
Sağlıklı yemekler pişirmek istiyorum, en çok demir içeren sağlıklı yiyecekler hangileri, hastalıkları doğru beslenerek nasıl yenebilirim, alerjilerle boğuşmamak için nelere dikkat etmem lazım, kilo verirken nasıl beslenmeli... Bu ve bunun gibi sorular için.

02 Şubat 2009

Sarılar, yeşiller, brokoliler

Aşağıdaki güzelin 2 yeni adını daha buldum. Daha doğrusu biri Londra'dan, Elif'ten geldi: "Chinese cauliflower", bir diğer adı da "Romanesque broccoli" imiş. Merak edenlere duyurulur.
*
Dostlar, sevgili Zerrin ve Ayça'nın özverili çabasıyla kurulan Esra öğretmen kütüphaneleri Süheyla'nın katkısıyla Zaman gazetesinde haber olmuş. Buradan okuyabilirsiniz. Ellerinize sağlık kızlar, hadi devamını yapalım!
*
Aşağıdaki yazıda, fotoğrafta gördüğünüz şık latifeden bahsettim ama altında verdiğim tarif brokoli ile yapıldı, bir kaç yorumda yanlış anlaşılmış gibi geldiği için düzeltme yapma ihtiyacı hissettim. İlgi ve bilginize sunarım sevgili sebzeseverler.
*
Bu güzeli tanıyorsunuz değil mi? Yani bir kısmınızın bildiğini biliyorum. Bir kaç kere komşuların sitelerinde de gördüm. Adını unuttum, ne diyorlardı sahi? Bu şık latifenin fotoğrafı New York'ta, Union Square'deki çiftçi pazarında çekildiydi, geçen sene. Oturup saatlerce seyredebilirim, o kadar güzel buluyorum kendisini. Bir tür karnabahar, sarıyla yeşil arası, lezzeti bol. Tanesi 1.5 liraya satılıyor iyi mi? Bu hafta 2. bir pazara, cumartesi günleri kurulan Şirinyalı Pazarı'na da gidince, orada bulup aldım. Haşlayıp salatasını yapacağım. Ama brokoli demişken dün akşamın harikası brokolili makarna çorbasını anlatmak isterim, izninizle. Çarşamba Pazarı'ndan minik brokoliler almıştım, canım ille de sebze çekip tek başına sebzeyle doymayacağımı anlayınca şu tarifi geliştirdim: 250 gram kadarını yapraklarıyla doğradım, yıkadım. Bir su bardağı düdük makarnayı 450 ml. kaynar su ve bir çay kaşığı deniz tuzuyla haşladım. 4-5 dakika sonra brokolileri attım, biraz taze çekilmiş karabiber ve 3 diş doğranmış sarımsak ekledim. Biraz da birlikte piştiler. Durun, sakın suyunu süzmeyin. Kendi suyuyla yeniyor. Adı onun için çorba ya! Olduğu gibi alın koca bir kaseye. Üzerine bir tatlı kaşığı sızma zeytinyağı gezdirin, afiyetle yiyin. En düşük kalorili yemek olduğunu söyleyemem ama çok leziz. Hele bir de tam undan yapılmış makarnanız varsa daha da güzel. İyi haftalar!