30 Temmuz 2008

Edremit Pazarı

Söze gerek var mı?
Bence yok.
Hikaye anlatmak da gerekmez.
Bu tezgahta bir insanın hayatı var.
Sevinçleri,
acıları,
üzüntüleri,
heyecanları,
beklentileri...

Oysa kabaca bir bakışla,
bu tezgahta incir var,
kelek var,
tarhana var,
sabun var,
zeytin var,
zeytinyağı var.
Sadece bakıldığında, ne kadar basit görünüyor değil mi?

29 Temmuz 2008

Nazar

Eklemece. Dün Mine'ciğim aradı, dedi ki, Turunç Kokulu Düşler'i bir hemşire hanıma hediye ettim. Hemen başladı okumaya, çok sevdi. Bendeki diğer kitaplarından da götüreceğim ama sürpriz, henüz bilmiyor. Mine benim en güzel dostlarımdandır. Gönlüboldor, eliboldur, yüreği kocamandır. Ondan bu sayfalarda önceleri de bahsettim, güzelim çiçekler, fideler yetiştirir, harika sabunlar yapar. Bunları Mine Flora'nın sitesinde görebilirsiniz. Dostlarının kitaplarını da listesine koyar ki Mutfaklardan Taşan Öyküler'den sonra Turunç Kokulu Düşler'i de ekleyeceğim, zaten kendime, kızıma ve gelinime ısmarlamıştım birer tane dedi. Canım kadın, sağolasın. Hatta bizim sevgili Münevver de oradan sipariş etmiş. (Seni ne kadar özlediğimizi biliyorsun değil mi Münevver'ciğim?) Böylece sanki dostları dostlarla buluşturup kaynaştırıyormuş gibi hissediyorum kendimi. Bir kitap yazıyorsun, birilerini buluşturuyorsun. Dün kime dedim unuttum, yazarak paylaşmanın en güzel yanlarından biri bu bence. Dost kazanmak, dost buluşturmak. Bir başka güzel kadından daha bahsetmem lazım. Paluri Arzu Kal. Onun Laz mutfağına dair güzel yazısı (ve Paponi, yani Laz böreği tarifi) Mutfaklardan Taşan Öyküler'de var. Paluri aynı zamanda Lazuri sitesinin de editörü. Yazısını siteye koymuş, arzu ederseniz oradan okuyabilirsiniz. Diline, kültürüne sahip çıktığın, bunları paylaştığın için sana ne kadar teşekkür etsek azdır Paluri kadın!

Buraya bir nazarlık koymanın vakti gelmişti. Sarımsaktan ala nazarlık olur mu? Anadolu'nun hemen her köşesinde nazara, kötü ruhlara, cadılara karşı sarımsak asılır evin bir kenarına. Sarımsağın pek çok rolü vardır Anadolu insanının hayatında. Sadece nazara karşı değil elbet, akrebe, yılana karşı da kullanılır sarımsak. Dr. Yaşar Kalafat, soğan ve sarımsağa ilişkin inançları derlediği yazısında “Orta ve Güney Anadolu’da cinlerin soğan ve sarımsağa çok önem verdiklerini, cinlerin büyülemek istedikleri insanlara bolca altın ve gümüş dağıttıklarını, büyü bozulduğunda ise verilenlerin soğan ve sarımsak kabukları olduğunun anlaşıldığını” anlatır. Daha nice araştırma, yazı, anlatı vardır sarımsağa karşı. Hepsi de birbirinden ilginç.
Neden durduk yerde sarımsak? Nedeni bol. Bir tanesi Turunç Kokulu Düşler'i düzelti için elime aldığımda garipsediğim bir durum. Ben sarımsak olarak kullanmayı tercih ederim ancak yayıncım sarmısağın doğru olduğu düşüncesiyle (bugün artık TDK'nın sitesinde bile sarımsak doğru kabul edilse de) kitapların düzeltileri sırasında sözcüğü değiştiriyor. Oysa İletişim Yayınları bu değişikliği yapmıyor. Yani dikkatli bir okursanız ve iki kitapta farklı kullanım olduğu gözünüze çarparsa bilin ki bu benden değil yayınevi kurallarından kaynaklanıyor.
İkinci nedeni nazar, başlıkta da olduğu gibi. Son yıllarda öyle garip şeyler yaşadım ki, insan kötü yüreklerin, kötü gözlerin neler yapabileceğini daha iyi anlıyor. Önceki yazıya eklediğim bilgiler (ki Neval'ciğim açıklama yapmak zorunda değilsin ki demişti) biraz da bundan. Dileğim kötü gözlerin iyileşmesi, ama iyileşene kadar da kimseye zarar vermemesi.
Son olarak da Maya'cığımdan bahsetmek istedim kısaca. O da nazarlardan uzak olsun, bu sarımsaklar onun da nazarlığı olsun. Öyle tatlı oldu, öyle sevgi dolu, öyle etrafıyla ilgili ve akıllı ki, onunla geçen her an beynimize kazındı. Sonra öpücükler vere vere bırakıp gitti. Sağlıklı olsun, iyi ve mutlu olsun, biz uzaktan sevmeye de razıyız.

27 Temmuz 2008

Berlin'de çilekli düşler

Eklemeden edemedim. Kim duysa bu ne hız diyor. Hani kitaplar arka arkaya çıktı ya, ondan. Diğer kitaplarımı okuyanlar biliyor, son kitabım Aralık 2005'te yayınlanmıştı, aradan neredeyse 3 yıla yakın zaman geçmiş. Hele bir de her iki kitabın başlangıçlarının çok önceleri olduğunu düşünürseniz iki kitabın arka arkaya çıkmış olmasının tesadüften ibaret olduğunu görürsünüz. (Mutfaklardan Taşan Öyküler'in başlangıcı 17 Eylül 2003, Turunç Kokulu Düşler'inki ise aşağıdaki yazıda da belirttiğim gibi 19 Eylül 2002. İkisi de eylül ayında başlamış ama biri altı yıl, diğeri beş yıl önce.) Bir şey daha var, söylemeden geçemeyeceğim. İşin içinde olmayanlar kitap yazarak iyi para kazanıldığını düşünür hep. Oysa ancak kitapları çok satan yazarlar (en az 10-15 bin) makul bir gelir elde ederler. Türkiye'de yazara verilen telifler çok düşüktür. Yazar hemen her zaman yayınevinden de, dağıtımcıdan da, kitabevinden de az kazanır. Kitaplar ya bin adet basılır, ya iki bin. O kadar kitaptan alacağınız telifle ne köy olursunuz, ne kasaba (kitabınız yeni baskılar yapmaz ise). Hele de tek gelir kaynağınız yazmaksa ve tüm hayatınızı bu işe adadıysanız yazarak geçinebilmek için sürekli yazmak, sürekli üretmek zorundasınız. Bazen teliflerinizi aylar sonra alırsınız, hatta hiç alamadığınız durumlar da olur (şu an artık çalışmadığım bir yayınevinden 2 yıl önce çıkmış bir baskının telifini hala alamadım mesela!) Hani diyeceğim o ki, yazarlık dışarıdan göründüğü kadar kazançlı ve kolay bir iş değil. Bazen atadan kalma mirasım olsa ne güzel olurdu diye düşünmeden edemem. O zaman üretmek daha kolay, daha zevkli olurdu.
*
Turunç Kokulu Düşler'den çilekli düşlere geçtik. Düşle gerçek birbirine karıştı. O ben miydim? Ben Berlin'de miydim? Aylardan Nisan mıydı? Mine'yle bir güzel çiftliğe mi gitmiştik? Gitmiştik sahi. Ne güzel bir gündü. Domane Dahlem'di çiftliğin adı. Bir yandan çalışan bir çiftlik, bir yandan açık hava müzesi. Ailelerin çocuklarıyla geldikleri, her tür organik yiyeceği satın alıp tarıma ve geleneksel el sanatlarına dair bilgi alabilecekleri bir yerdi burası. Şekerleme ve çikolata panayırına gitmiş, Alman tatlı ve pastalarından tatmıştık. El yapımı marzipanlar (badem ezmeleri), rosinenzopf (bir tür mayalı çörek), rhabarber kirsch kuchen (ışgınlı, bademli tart)... Bu pasta da Almanların tipik bahar pastalarındandı. Ne çok tatlı, pasta, şekerleme vardı ortada tadılacak. Ayrılmak gelmemişti içimizden. Bütün bir gün tatlı yemekten karnımız ağrımıştı. Sonra? Sonra galiba midemizi ufalak tefelek pizzalarla bastırmıştık. Birden o güne gidiverdim. Galiba o güne geri dönmemin bir nedeni bu sabah Bergama Müzesi'nde çektiğim fotoğraflara bakmış olmam. Berlin'deki değil, Bergama'daki. Sade ve ufak bir müze ya o heykeller, kabartmalı lahitler, antik eserler insana keşke Berlin'deki tapınak geri gelse, tüm ihtişamıyla kendi yerinde sergilense dedirtiyor, derin bir ahla birlikte...

23 Temmuz 2008

Turunç Kokulu Düşler

Dün akşam (24 Temmuz) elime geçti kitap. Yine o ilk heyecan. Bu seferki farklı biraz çünkü bu kitap biricik Maya'ya ithaf edildi. Gelir gelmez ilk Maya'ya, annesi ve babasına gösterdim. Büyüdüğünde Maya, hoşuna gider dilerim ki. Henüz 2 yaşında, kitapların anlamı başka onun için. Yaşamın, günün, anın anlamı da. Onun için en güzel şey sevgi ve oyun. Parka gitsin, annesi yanında olsun, sütünü içsin, denize girsin ama yemek yemesin. Cevize, fındığa, bademe hayır yok neyse ki. Halasına mı çekmiş ne. (Yok yok biz hepimiz severiz onları, kim sevmez ki?) Turunç Kokulu Düşler'i çok sevdim. Fotoğraflar öyle hoş görünüyor ki, bunları gerçekten ben mi çektim diyeyazdım. Kapağıyla, formatıyla, sayfa düzeniyle gerçekten güzel bir iş çıkarmış sevgili yayıncım Senay Haznedaroğlu ve ekibi. Onların da ellerine sağlık.



Söze nasıl başlasam bilmiyorum. İyisi mi o günlere döneyim önce. Biliyorsunuz, Tak Koluna Sepeti adlı kitabım ağırlıklı olarak Bodrum ve civar pazarları, oralardaki sohbetler, o güzelim malzemelerle yaratılan yemekleri kapsıyor. O yayınlanalı çok oldu. Pek çok eve girdi, pek çok el tarafından okşandı, hatta tencerelere girdi tarifleriyle. Herkesin zevki başka elbet, bazı dostlar dedi ki, kitaplarını seviyoruz ama bizim için Tak Koluna Sepeti'nin yeri ayrı. Bir kişi söylemedi bunu, bir çok kişiden duydum. Daha Bodrum kitabı yayınlanmadan, Antalya'ya gelip gittikçe bir Antalya güncesi tutmaya başlamıştım. Hep pazarlar oldu ortasında. Ne güzeller aldım, ne sohbetler ettim, ne fotoğraflar çektim. Demet demet çiçekle döndüm eve, onları kokladım günler boyunca, Ayşe'den aldığım sütler çoğu zaman yoğurda dönüştü. Zeytinler aldım, kilolarca. Çizdim, kırdım, salamura ettim. Kırmızı biberleri közledim, kahvaltıya lor peyniri aldım, yeşilliklerle karıştırıp sofraya getirdim. Köy yumurtalarından omletler yarattım.

Ne çok anı derledim gerçekten. İlk yazısını 19 Eylül 2002 perşembe günü yazmışım. Şöyle başlamışım söze: "Oniki saat sürmüştü yolculuğum. Hiç sevmediğim gece yolculuklarından biriydi. Ayaklarım şişmiş, bacaklarım tutulmuş, gözlerim mahmur. Eve, yatağıma kavuşmak arzusu her şeyin ötesine geçmiş. Nasıl geçmesin ki, yolculuk yorar insanı. Elimde valizim sokağa girmişim. Eve vardım varacağım. Günlerden çarşamba. Pazarcılar çoktan gelip tezgâhlarını kurmuşlar. Benim kadar olmasa da, uzun yoldan gelenler var. Hem de her hafta, yağmur çamur demeden. Dile kolay, tam üç buçuk ay. Gerçekten bu kadar uzun mu sürdü ayrılık? İstanbul'da geçen üç buçuk ayda sayılı pazar gezilerinin dışında marketlerden, manavlardan, nadiren de kendi bahçesinde yetiştirdiği salatalığı, domatesi, bamyayı satan amcalardan, teyzelerden yapmışım mutfak alışverişini. Lezzetli şeyler yemedim mi? Yedim elbet. Cihangir'deki mahalle kasabının domatesleriyle başladı benim için domates mevsimi. Yine de öylesine az ve sayılıydı ki tatmin olduğum anlar. Ben ki Bodrum'larda, Antalya'larda yaşamış, Gisela'nın, Tamame'nin bahçesinden kendi ellerimle sebze toplamış, Kaliforniya'da çiftlikte çalışmış, terasta kasalar içinde marul maydanoz yetiştirmişim. Kim bilir kaç gün önce, kim bilir kimler tarafından toplandığını bilmediğim yeşillikler beni memnun edebilir mi? Bu düşüncelerle düştüm pazarın ortasına. Utanmasam valizi bırakıp dansetmeye başlayacağım. Çarşamba günü dönmenin Antalya'ya, en büyük keyfi pazarın tadını çıkarmak, tazecik, çıtır çıtır salatalıklar, mis kokulu domatesler, gevrek biberler ve yeşilin her türlüsünü almaktır. İşte ben de öyle yaptım. Eve uğradım, birazcık olsun kendime gelebilmek için duş aldım ve kendimi pazara bıraktım."

Son yazıyı ise 13 Ekim 2007 cumartesi günü yazmışım. Metin kısa ama ardından nefis bir pizza tarifi var. Şöyle anlatmışım: "Canınız muzur bir şeyler çektiğinde ne yaparsınız? Yani diyelim ki mutfağa girdiniz, kolları sıvadınız. Ne gelir aklınıza? Pasta, tatlı, makarna? Benim canım bu sefer fena halde pizza çekti. Ne zamandır yapmadığımı farkettim. Sahi en son ne zaman kendim için pizza yapmıştım? Hatırlayamadım bile. Evde neler var diye düşündüm şöyle bir. Bol soğanım var, öyleyse harcında soğan olacak. Kırmızı etli biberlerim ve dil peynirim de var. Daha ne olsun? Hemen işe giriştim. Bir saat sonra ayağımı uzatmış, yanında bir kadeh şarapla pizzamı yiyordum."

Böyle işte. Beş yıl tutulan günlükler, Antalya'nın sokaklarına imzasını atan turunç ağaçlarından ilhamla Turunç Kokulu Düşler adıyla, hemen hepsi bana ait 99 tarif ve renkli fotoğraflarla (pazarlardan, sokaklardan, yemeklerden) Oğlak Yayınları'nca yayınlandı ve iki gün önce dağıtıma çıktı. Yani çıkmış. Ben bugün haberdar oldum ve tez elden sizinle paylaşmak istedim.

Turunç Kokulu Düşler
Tijen İnaltong
Oğlak Yayınları
İstanbul, 2008
15 ytl
(İdeefixe fiyatı 10.50 ytl)

18 Temmuz 2008

Susam helvası

Hayatınızda pek çok kez helva yemişsinizdir. Tahin helvası, un helvası, irmik helvası ve daha nice helva. Şimdi helvalar dair uzun uzun yazılabilir. Yok efendim saray helvası, nişasta helvası, uğmaç helvası, kış helvası, yaz helvası diye uzatılabilir liste. Uzatılır uzatılmasına ya buna gerek yoktur çünkü bir tık ötede helvaya dair pek çok bilgi vardır. Araştırana, okuyana. Ben kısaca bir başka helvadan bahsedeceğim: Susam helvasından. Bergama'da, Demeli Pastanesi'nde karşımıza çıkıveren susam helvasından. Hoş Demeli'nin içinde limon kabuğu parçacıkları olan limonlu ve vişnenin nefasetini taşıyan vişneli dondurmasına da diyecek yok ya susam helvası bir başka. Ondan bir lokma alınca diğerlerini unutuveriyorsunuz çünkü. Kavrulmuş susamın o insanın burnundan girip ruhuna uzanan hoş kokusu, yer fıstıklarının gevrek çıtırlığı... (Cümleyi uzatınca girdiğim yerden çıkamadım. Yamuk yumuk mu oldu diye bakakaldım. Bir gariplik var ya, neymiş çözemedim.)
*
Bergama'ya gitmeyeli nice olmuş. O zamandan aşina olduğum caddeleri bulamadım. Yıllar önce yoldan geçerken izlemekten kendimi alamadığım dimdik duruşlu köylü kızını hatırladım ama. Hala öyle kendine güvenli mi yürüyüşü diye düşünmeden edemedim. Olsun. Bu sefer Demeli'yi keşfettim. Ve tabii bir de susam helvasını.

16 Temmuz 2008

Gülsüm ananın bazlamaları

Bugünlerde misafirim var. Sevgili arkadaşım Ayşen. Onunla sen kazan ben kepçe (böyle mi söylenirdi bu laf? yok yok Kuzey Ege kazan biz kepçe demeliydim galiba) geziyoruz. Araba var diye şımardık. Her gün yol yapıyor, her gün eli kolu dolu dönüyoruz eve. İşte bu fotoğraf da pazar günkü gezimizden. Kaç yıl önce Bahri Beylerle birlikte gittiğim ve o zaman Radikal'deki bir yazıda anlattığım Gülsüm Ananın gözleme yerine yeniden gitmek kısmet oldu. Nasıl sevindi Gülsüm Ana, sarıldık, öpüştük. O günden beri neler yaptığını anlattı ama önce taze demlenmiş çaylarımızı verdi elimize, ısırganlı erişteleri yaydı yine, havadar bir yerde kurusun diye. Gözlemelerimiz yabani naneli, kekikli, hoşkıranlı, bahçede ne varsa artık, gani malzemeli. Aman ne aromalı, ne iştah açıcı. Yanında Gülsüm Ananın acur turşusu ve yeşil zeytinleri. Gülsüm Ana Edremit-Yenice yolunun 17. kilometresinde, püfür püfür esen bir tepede, çamların altında otlu gözlemeler, otlu bazlamalar, ısırganlı veya sade erişte, tarhana çorbası, çömlekte kuru fasulye, saç kavurma yapıyor gelenlere. Sohbeti de güzel, kendi de, yeri de, yaptıkları da. Sonra koltuğunuzun altına alıyorsunuz bazlamaları, eve getiriyor, ortadan ikiye kesip kızartıyorsunuz. Üzerine otlu lor sürüyor ve Kazdağı'na karşı yiyor, sonra da Ayşen hatun gibi, "sefamız olsun" diyorsunuz.

13 Temmuz 2008

Sabun da yapılır, ot da yolunur

Ayşen kaybetmekte olduğumuz değerleri (hani temiz hava, temiz su, temiz yiyecek gibi) korumak üzere girişilmiş bir eylem olarak görüyormuş orayı. Mesela çöp ayrıştırmanın önemini anlamış. İmeceevi'nde çöpler kağıt, gazoz kapağı, sigara (maalesef! istenmemekle birlikte), meyve çekirdeği, mutfak atığı... şeklinde ayrılıyor. Günlük kaygılardan, koşuşturmalardan, öfkelerden, savaştan uzakta bir yaşam varmış orada. Ayşen öyle yaşamış. Gazete yokmuş çünkü. Ancak internetten okunuyormuş. Ona da vakit olmuyormuş çünkü öğle yemeği için sebze toplamak gerekiyormuş veya yukarıda sabun yapılıyormuş, haydii koş koş fotoğraf çekmeye yetiş diyorlarmış. Sonra insanlar geliyormuş, sorular soruyorlar, dükkandan alışverişler yapıyorlarmış. Deniz varmış, hava varmış, temiz su varmış, yıldız varmış, cırcır böcekleri varmış (eyvah o da mı şikayet edecek?) onlarla uyunup onlarla uyanıyormuş. Domateslerin altında bir sürü semizotu varmış. Onlardan salatalar falan yapılıyormuş. İki tane kabak kocaman olmuş, ama kocaman. Tijen de onları rendelemiş, içine oğlak mayalı keçi-koyun peynirinden koymuş. Yeşillik çok yokmuş. Onun yerine semizotu doğramış negerek böreğine. Pek bir güzel olmuş. Deniz kenarında, serin serin oturup yemişler.

11 Temmuz 2008

İmece Evi

Bazen insanın canı yayılmak ister. Rüzgar esmelidir öyle zamanlarda. Güneş batmak üzere olmalıdır. Zeytin ağaçlarının altı püfür püfürdür. Tahtlar kurulmuştur, üzerine yaygılar yayılmış, minderler konmuş. Yaygıların üzerinde kuru zeytin yaprakları. Deniz hafiften dalgalıdır tabii. Sesi gelir, fışır fışır. Dinlendiricidir bu ses. Dinginler insanı, tıngır mıngır. Cırcır böceklerinin cırcırlarına bile sinir olmazsınız. Çünkü onların sesi doğanın sesidir. Korna gürültüsüne pekala yeğ tutulur. Çay demlenmiştir, siz denize girip çıkmışsınızdır. Sabun dökülmüş, kurumuş, bir kısmı boncuklarla ipe dizilmiş, bahçeden kabaklar koparılmış, yemekler pişirilmiş, domateslerin dibindeki semizotları salataya dönüşmüş... İmeceevi burası. Sonra daha fazla bilgi gelecek elbet ya şimdilik bu kadar. Hele bir fotoğrafı yükleyip bakayım nasıl olmuş. Sonra çıkıp cırcır böceklerine susun yahu yeter sizden çektiğim diyeyim. Ama yok, kızmayacaktım onlara. Korna sesinden iyidir dedimdi ya. Sahiden de öyle. (Tabii dostlar da yanınızdadır, çok zamandır görmediğiniz sevdiklerinizi görmüş, yeni dostlar edinmiş, yeni bilgilerle donanmışsınızdır. Hele de bir zeytinyağlı profiterol var ki...)

09 Temmuz 2008

İlkler

Samsunlulara müjde. Buğday Derneği'nin %100 Ekolojik Pazarlar'ının en yeni halkası 12 Temmuz'da Samsun Gazi'de açılıyormuş. Bir okurum Ankara'da da ekolojik pazar açıldığını, her pazar günü Ayrancı Kapalı Pazaryeri'nde kurulduğunu söyledi ancak onun Buğday'la ilgisi yok sanki, ona dair Buğday'dan hiç duyuru gelmedi çünkü. Ayrıntılı bilgi için Buğday Derneği'nin sitesini tıklayınız. Gözünüz aydın Samsunlular!
*
İlkler hep en heyecanla hatırlananlardır. İlk diş, ilk adım, ilk kelime, ilk okul, ilk öğretmen, ilk aşk, ilk öpücük... Mutsuzlukla hatırlananlar da olabilir. İlk adımda düşmüş olabilir mesela bebek, ilk öğretmen ilk vurandır size, ilk aşk hüsranla bitmiştir. Olabilir, olmuştur da. Bazı şeyler var ki, her yıl yeniden, yeni baştan yaşasak da ilklerini heyecanla bekleriz. Elimize aldığımızda gülümseriz. Gözlerimizi kapatıp derin derin içimize çekeriz kokusunu. Kıyamayız bir türlü kesmeye, dilimlemeye. Öylece kalsa, bakıp dursak. Oysa her canlı gibi, onların da bir sonu vardır. Zamanı gelince buruşur, çürür, kötü kokular salarlar. İyisi mi dalından koparır koparmaz yemeli. Bu fotoğraftakiler bizim bahçenin ilk pembeleri. 2008 mahsulü pembeler. Dün bahçeyi sularken o canlı dalların, yaprakların arasından gözüme çarpmışlardı. Sadece iki tanesi. Aaa, domatesler kızarmaya başlamış dedim. Yaprakları aralayıp elimi uzattım. Bir de ne göreyim, iki değil, üç tanelermiş. Üç kardeş. Pespembe olmuşlar. İncitmemeye çalışarak kopardım. Kokladım. Sevip okşadım. İpek gibiydi tenleri. Dolgun ama zarif ve narindi bedenleri. Bıçak yağ keser gibi kayıyordu. Doğradım iki tanesini. Arkadakiler de bahçeden. Onlar ilk değil. İlk heyecanını aktaramadım onların.

06 Temmuz 2008

Çay olsun, kurabiye olsun, dostluk olsun

Eğer Kazdağı civarlarında iseniz, çarşamba akşamı müsaitseniz Küçükkuyu'da, İmece Evi'ndeki sohbet buluşması ve potlaç yemeğine katılabilirsiniz. Bilgi ve detay için www.imeceevi.com adresini ziyaret edebilirsiniz. (Potlaç'ın ne demek olduğunu merak ediyorsanız sitede bu konuda kapsamlı bilgiye rastlayacaksınız. Belki siz de kendi potlaçlarınızı düzenlemek istersiniz?) Ayşen dostum satın aldığı Mutfaklardan Taşan Öyküler'i İmece Evi'nin kütüphanesine armağan etmiş. Sağol Ayşen kadın. (Bu sefer kitap linki Evcini'nden. Teşekkürler Evcini!)
*
Bu yazı iki dosta adanmıştır: Ayşen Aygün ve Ayfer Yavi. Çay olsun, kurabiye olsun, Ayşen'le Ayfer olsun demeye getiriyorum anlayacağınız. Yok yok, tüm dostlar olsun yanıbaşımızda.
*
Çay olsun, ama güzel bir çay. Tam kıvamında demlenmiş olsun. Ben bu aralar "lady grey" çayına takığım. Bildiğimiz bergamot (ben bergamut derim gerçi) aromalı earl gray çayın narenciye kabuğu parçalı ve mavi çiçeklisi. Ne çiçeğidir bilmiyorum. Arayıp taramadım. (Ayfer sultan araştırmış, peygamber çiçeği imiş, diğer adıyla mavi kantaron!) Bağımlılık yaratıyor insanda. İçtikçe içesin geliyor. Bugün, yarın, öbür gün. Her gün onu içmek. Ya biterse? Bitiyor da. Ne yapalım. O biterse başka çay içeriz.
Kurabiye olsun, ama margarinli kurabiye olmasın. İstemem. Tereyağlı da olur ya zeytinyağlı olsun daha iyi. Bu resimdekiler Atina'da, et ve balık çarşısının ilerisindeki ufak bir dükkandan. Zeytinyağı, pekmez ve nar ekşisi de var. Köy ekmeği, peksimet ve çekirdekli, susamlı çubuklar da. Sahibi pek hoş. Türkçe bilmiyor ama Türkiye'ye pek çok kez gelmiş. Seviyor Türkiye'yi, Türkleri. Ekmekler kocaman, misler gibi ekşi maya kokuyor. Kurabiyeler geleneksel. Anasonlu kurabiye, çikolata parçalı, kuru üzümlü kurabiye, ballı kurabiye.
Dostluk. İşte o bu satırlara sığmaz. Olmazsa olmaz. Yokluğuna dayanılmaz. Dostlara, dostluklara iyi bakmak lazım. Dostun yoksa eksiksin.

03 Temmuz 2008

Güneşe dönmek yüzünü

Yolculuk yapmayı sever misiniz? Yollarda olmayı? Otobüsle tıngır mıngır Anadolu yollarından geçmeyi? Her an başka bir manzara karşılar sizi. Kimileyin bozkırın ortasındasınızdır, uzaklarda bir garip ağaç, yalnız, sessiz, dingin. Yanıbaşında bir çeşme. Gürül gürül, şırıl şırıl akar suyu. Belki bir çoban, elinde kavalı, bir uzun hava... Kızların çeyizi için dikilmiş söğütlerin hışırtısıyla karşılanırsınız bazen. Kasabanın adı da Söğütlü'dür. Söğütlerin altında gözleme yenecek yerler yapılmıştır, tahtlar. Yol yorgunluğuyla serilirsiniz minderlere. Yanında buz gibi ayranla gözlemeler ne güzel gider. Bazı bazı, yüzünü güneşe dönmüş aygünaşıkları çıkar karşınıza, dizi dizi, tarla tarla. Aygünaşığı demeyi ona, Fatma'cığımdan öğrendim ben. O gün bugündür de öyle diyorum. Aya da güne de aşıktır çünkü o. Daha çok güne, güneşe. Güneş nereye giderse o da yüzünü oraya döner. Geleceğe, aydınlığa, güzel günlere. Karanlıkları sevmez, karanlık yürekleri, insanları karanlığa boğmak isteyen -güya- medeniyetleri. Başkaları karanlıklarda kaldıkça, onlar daha bir rahat uyurlar yataklarında. İnsanlar boğuştukça, birbirini kırdıkça, kardeş kardeşe düşman olunca. Onlar için hep savaş vardır. Kanla beslenirler, bebeğinin soğumuş bedenini kucaklamış ananın acısıyla. Oysa aygünaşığı güneşi sever. Işığı, pırıltılı yürekleri. Olgunlaşıp içleri dolduğunda başını büker, ağırlığıyla yağlı tohumlarının. Çocuklara verirler sonra o güzelim yemişleri. Çıt çıt çıt... Çocukken hiç dert yoktur. Tasa, kavga, savaş, yokluk, kıtlık, düşmanlık. Çıt çıt çıt...
Ne severdim çocukken çekirdek çitlemeyi. Saatler boyu. Arkadaşlarımla. Büyükken de sevdim gerçi. Hani bir zaman çekirdekli bir salata sosundan bahsetmiştim. Onu yapan arkadaşımı hatırladım. Faith'i. Dostluğu, sohbetleri, gülmeleri, keyifleri, paylaşmaları. Ben karanlıkları istemiyorum, bizi karanlığa boğmak isteyenleri. Aygünaşıkları, onların yüreğinden karanlığı alın...