25 Mart 2007

Artık sebzeleri ne yaparlar?


Kırpıp kırpıp yıldız yaparlar demeyeceğim elbet. İsteyen yapabilir tabii. Mesela benim yaratıcı mı yaratıcı arkadaşım İpek yapabilir böyle bir çılgınlığı. Çılgınlık dediğime bakmayın, yarattığı her güzelliği şaşkınlık ve hayranlıkla izlerim hep (şimdi bu satırları okusa yanaklarım kızardı söyleme öyle şeyler der!)

Artık sebzeler kavrulur. En basitinden. Mesela salata yapmak için aldığınız, ancak son kısmını bir türlü kullanamadığınız lahana, köklerini haşlayıp salataya dönüştürdüğünüz pancarların körpecik dalları, yine kökleri zeytinyağlı yemekte kullanılmış kerevizin sap ve yaprakları... İki tanecik kırmızı soğan varmış evde, havuç da bulunurmuş, sarımsak? Elbette. Sızma zeytinyağında (Laleli'nin organik sızmasını kullandım) kavrulur, üzerine taze çekilmiş karabiber ve deniz tuzu, deniz tuzu bittiyse mutfak robotunda öğütülmüş kaya tuzu serpilir. Yanına da bir bardak kalmış kırmızı pirinçten bir gıdım zeytinyağı ve bir gıdım tuzla sade bir haşlama, pirinç haşlaması yapılır. Pirinç taaa yeni kıtadan taşınmıştır. Birazı kullanılmış, birazı bırakılmıştır. Şimdi kullanmanın tam zamanıdır. Sonra bir kaseye önce pilav, üzerine de sebze kavurması konur, afiyetle yenir. Şükredilir. Sevinilir. Zaten mutfakta sebzeleri yıkarken, doğrarken, kavrulan sebzelerin kokusu içe çekilirken az biraz kendinden geçmiştir mutfağı seven kadın. Daha ne olsundur ki hayatta? Var mıdır bundan ötesi?


Bu şeftali dalları, geçen baharda, İzmir yakınlarında bir bahçede çekildi. Sevgili Umut'un ailesinin şeftali bahçesinde. Bütün bahçe pembeye bürünmüştü. Aylardan yine Mart'tı. Şimdi de öyle midir ki o bahçe? Herhalde öyledir. Zaten bütün Selçuk, Tire civarları pembedir şimdi. Ne güzeldir. Bu çiçekleri Başo için koydum buraya. Onun sözlerini hatırlatmak için:

Evin kıyıcığında
Çiçeklenmiş kestaneyi
Görmeden geçiyorlar
Bu dünyanın insanları

Haksız da sayılmaz hani. Çok mu hızlı koşar olduk biz? Ondan mı bu kadar tıkandık? Ondan mı nefesimiz kesildi? Ondan mı bıkar olduk yaşamaktan? Yok yok bıkmayın. Yaşamak hep güzel ama bazen de durup dinlenmek gerek. Bir kaç gün dinleneyim diyorum ben. Dinlenmek herkese lazım değil mi sizce de? Sessizlik. Huzur.

23 Mart 2007

Sevmenin yolları


Sevmenin yolları diye bir başlık atınca, derin sözcükler gelecek diye düşündünüz. Kim bilir belki de derindir, belki değildir, kim bilir? Bir şeyi, birini sevmenin pek çok yolu var. Bazen sizin göremediğinizi bir sevdiğiniz size gösterebilir. Der ki mesela, birini sevemiyorsan bir türlü, ama onun çocuğunu, yahut torununu seviyorsan sevdiğin kişiye bak ve düşün. Sevmediğin kişi olmasaydı sevdiğin doğabilir miydi? Başlı başına bir öğreti. Yaşamı seviyorsan, evreni seviyorsan zaten içindekileri de seversin, onun çocuklarını. Bu kadar basit, bu kadar zor.


Sevmenin yolu çok. Yeter ki açık olalım sevmeye. Bir keresinde bir hanım demişti ki, "Eşim tam bir etoburdu ama sizin kitabınızdan yaptığım tariflerden sonra benden beter sebzeci oldu. Teşekkür ederim." Mevsimlerle Gelen Lezzetler'den bahsediyordu. Asıl adı 'Doğanın Ritimleri' olup benden habersiz alt başlığıyla çıkan kitaptan. (İsim takıntım belli oluyor değil mi? 'Tijen'in Mutfağından' adında bir kitap yazmayı asla düşünmezdim!) Bu haliyle de seviyorum sevmesine ya, 'Doğanın Ritimleri'nin anlamı büyüktü benim için. İşte bu doğanın ritimleri beni iki tarif paylaşmaya itti bugün. İkisi de aynı sosla (sızma zeytinyağı, limon suyu, deniz tuzu ve rendelenmiş sarımsak) yapılmış iki salata. İkisi de haşlanıyor, ılıkken sosla karıştırılıyor. Enginarlar soyulduktan sonra limonlu suda, pancarlar ise yıkandıktan sonra kabuğuyla bol suda haşlanıyor. Bu kadar basit. Ama bir o kadar da sevgi dolu, neşe dolu, canlılık dolu.

20 Mart 2007

Yeşili sevmek

Atlas dergisinin Mart 2007 sayısında yayınlanan 'Kendine yeten insan' başlıklı yazımı okumak isterseniz burayı tıklamanız yeterli. Yazıda sizi dünyanın üç ayrı yöresine -ama aslında kendinize- yolculuk bekliyor!


Farkettim ki, mor salkımlar açmaya başlamış Antalya'da. Sevinç bürüdü yüreğimi. Kabardım, sel oldum, aktım bir an. O an, işte o an, ben mor salkımdım artık. Nazlı nazlı salınmaktaydım. Güzeldim. Sevgi doluydum. Mutluluk verendim. Bu fotoğraf bir kaç yıl önce İstanbul'da, Levent'te çekildi. Aklıma düşünce mor salkım, onu ekleyeyim istedim bugün. Sonra bir Gülten Akın şiiri okudum. Aşağıdaki dizelere vuruldum. Her zaman olduğu gibi, içimi sardı bir kaç sözcükle. Ne şanslıyım ki Gülten Akın benim yazlık komşum. Yaz gelse, kapısını çalsam, bahçesine konuk olsam istedim. ('Savaşı Beklerken', Uzak Bir Kıyıda, YKY, 2004):

Nergisten ben sorumluydum, ışgından ve çocuklardan
Yanlış mı belledim, insan sorumluluktur.

İşte buydu dün bahsettiğim kitap. Bir bahar armağanı. Ben önce sevgili Nezaket'e teşekkür ediyorum bu kitap için. Yazarı Saime Yardımcı hanımefendi olsa da. Çünkü kitaba çok emeği geçen sevgili Nezaket olmasa kütüphanem böyle değerli bir hazine kazanamayacaktı. Daha önce Konya yemeklerini ufak bir kitapta derlemiş olan Saime Hanım, bu sefer renkli ve çok şık bir kitapta toplamış birbirinden güzel yöre yemeklerini. Ufak tefek anılar da eklemiş. Bana kalsa, o asırlık bağ evinin günlük hayatına girmek, akşamüzeri sular dökülüp serinletilmiş asma altında konu komşunun sohbetine katılmak, yaz sonu pekmez kaynatılırken türkülere dahil olmak isterdim. Yani daha çok şey isterdim ya bu haliyle bile o kadar güzel ki, fazla söze gerek yok. Nezaket'ciğim dedi ki, kitaptan edinmek isteyenlere ben memnuniyetle yardımcı olurum. Bu durumda ben sizi ona yönlendiriyor ve kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Bu bahar sana bir armağan olsun Nezaket'ciğim, tüm güzelliği baharın, yüreğine aksın.

Meğer ne çok seviliyormuş otlar, ne çok merak ediliyormuş. Asya'nın sitesine yağdı tarifler. Nerden baksanız 100'ün üzerinde otlu tarif. Kimisi nenesinin tarifini anlatmış, kimi kendisininkini yaratmış, kimininki yöresel, kimi başka kültürlerden ama hepsi birbirinden güzel. Otları, yeşili bu kadar seven biri olarak ne kadar heyecan duyduğumu sanırım anlarsınız. Zaten pek çok site komşum da anlamış olacak ki pek çok güzel yorum yağdı aşağıdaki yazıya. Vakit ayırıp yorum yazan, duygularını paylaşan herkese teşekkürler. Ben de elimden geldiğince siteleri gezdim, pek çoğuna yorumlar bırakarak sevincimi, heyecanımı paylaştım. Etkinlikte kitabımdan yararlandığını söyleyen dostlar olunca ben de otlara dair iki kitabın yazılış öyküsünden kısaca bahsedeyim istedim.

Tak Koluna Sepeti adlı Bodrum güncemi okuyanlar, otlara ne kadar aşık olduğumu, bu aşkın bugün artık çok yararlı bir dernek olarak yaşamını sürdüren Buğday Restoran'da gönüllü aşçılık yaptığım dönemde nasıl yoğun yaşandığını, ardından Dr. Füsun Ertuğ'la Bodrum'un yararlı bitkilerini araştırdığımız, onun yardımcılığını yaptığım projede nasıl pekiştiğini bilirler sanırım. Füsun'la dere tepe düz gidip yahut pazarları gezip otlar bulup onları preslerde kuruttuğumuzu yazmış mıydım o kitapta hatırlamıyorum. Ancak çok hummalı bir altı ay geçirdiğimizi söyleyebilirim. Bodrum'da yaşadığım iki yıl boyunca otlarla ilgili ne çok şey öğrendim ve bunun için ne kadar mutluyum. (Füsun bu projeyi benden sonra da sürdürdü. Umarım en kısa zamanda o projede derlenen bilgiler de yayına dönüşür, okurlarla, araştırmacılarla buluşur.)

Sonra gruplara sıkça yazdığım ot yazıları ve İletişim Yayınları'nın otlarla ilgili bir kitap yazdırma niyeti, sonra Ayfer Ünsal'ın aracılığıyla İletişim'den Tuğrul Paşaoğlu'yla tanışma dönemim var. Benim için harika bir eğitim olacağını bildiğim bu kitap için ne çok kitap taradım, ne çok pazar gezip otlu tarif denedim bir ben bilirim, bir de yakınımdaki dostlar. Hatta bir keresinde hafta boyunca otlu tarifler denedikten sonra sevgili Erhan Şeker bana Kazdağları'ndan bir koli dolusu ot gönderince ne yapacağımı bilememiştim. Otlar muhteşemdir ama teker teker ayıklamak, yıkamak nasıl da uğraştırır, bilenler bilir. Sevgili editörüm Sulhiye Gültekingil'in ve İletişim'deki pek çok kişinin (sevgili Çiğdem de ilüstrasyonları yapmıştı) ve Suavi Kendiroğlu'nun katkısıyla bu kitap oldu bitti, piyasaya çıktı. Bugün 8. baskısı satılmakta ve hayatımda önemli yeri olan kitaplarımdan biri. (O kitaba ve tüm kitaplarıma kaynak olmuş, destek olmuş tüm araştırmacılara, dostlara kitabın teşekkür bölümünde teşekkür ettim etmesine ya, bir kez de buradan etmek isterim. Hepsinin kalbimdeki yeri büyük.)

Yurdumun Yenilebilir Otları ise Bir Ot Masalı'nı yazdığım dönemde teklif edilen bir kitaptı. Diğer kitabı yazmakta olduğum için kabul etmek istemedim, ısrar edilince İletişim Yayınları'ndan da onay alarak diğeriyle de ilgilenmeye başladım. İkisi arasındaki en önemli fark Bir Ot Masalı'nın daha benim dilimle yazılmış olması, tariflerin bana ait (yahut yerli ve yabancı kaynaklardan derlediğim) olması, folklorik özellikler de taşıması (mani, türkü, şiir gibi), yabani otların yanı sıra bazı yabani meyvelere de yer verilmiş olması. Ardından Meyve Ağacından Hikayeler'i yazacağımı bilseydim meyveleri eklemezdim ya öyle oldu. Yurdumun Yenilebilir Otları bir ekip çalışması. Ben araştırmasını ve yazarlığını yaptım, tariflerin bir kısmını verdim ancak tariflerin asıl sorumlusu ben değildim. Fotoğraflı ve güzel bitki ilüstrasyonları içeren bu kitap Mutfak Dostları Derneği'nden (değişmediyse) 25 ytl karşılığında alınabilir. Sitenin bağlantı adresi paragrafın başında var.

Böyle işte sevgili Mutfakta Zen dostları. Ancak iki kitap, bunca araştırma ve halen süregelen bir meraktan sonra hala öğrenecek pek çok şey olduğunu bilmek ancak ve ancak Anadolu'nun ne zengin bir kültürü olduğunun göstergesi. İşte site sahibi dostlarımız da kendi yöre kültürlerini bizlerle paylaşarak Anadolu mutfak kültürüne kendi katkılarını yapıyorlar. Hepimiz çorbaya bir tutam malzeme atıyoruz anlayacağınız. Bugüne kadar pek çok dostu kendi ailesinin, yöresinin kültürünü yazıp kayıt altına alması için yüreklendirdim. Burada bir kez daha söyleyeyim. Geleneklerimizi, eskiye dair değerli ne varsa hızla kaybettiğimiz, küreselleşmeye hızla yenildiğimiz bir dönemde yaşarken her biri kendi yöresinde birer ışık olan araştırmacıların hazırladığı eserlerin ne kadar önemli olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Ben de bu düşünceyle son dönemde elime geçen yöresel yemek kitaplarını içeren bir gezi yazısı hazırladım Lezzet dergisine. Yazı, bir aksilik olmaz ise derginin Nisan 2007 sayısında yer alacak. Dün elime geçen harika bir mutfak kültürü çalışması var, zamanında gelmiş olsaydı onu da eklemeyi çok isterdim ya yeni tanıştığım için onu burada tanıtacağım. Fotoğrafını çekemediğim için şu an yazmıyorum ancak yarın onu da eklemek istiyorum. Yaşamak güzel şey be kardeşim demişti Nazım. Yeşili sevmek ne güzel şey diyerek tamamlayayım bu yazıyı ne dersiniz?

17 Mart 2007

Sıra geldi otlara


Bu bilgi çok önemli ama bu resmi çok sevdiğim için üzerine koyamadım. Hani bizim şu sembolü değişen biricik kampanyamız var ya: DDD (sevgili Bujene'in elinden çıkan yeni sembolü yanda, ayrıca artık bir de sitesi var, sembolün üzerine tıkladığınızda siteye ulaşıyorsunuz. Kampanyanın 2. yazısı sevgili Fethiye'nin sitesinde görülebilir. Çok önemli bir konuya değiniyor Fethiye, çoğumuzun sıkça karıştırdığı 'de/da' eki üzerine bu yazı. Öyle de yazarım böyle de demeden Fethiye'ye misafir oluyoruz çünkü değme öğretmenlere taş çıkarır akıcılıkta bir yazı hazırlamış Fethiye, ellerine sağlık. Tabii sonra da Asya'ya, çünkü bizim kızlar nefis şeyler yaratmışlar otlu yemekler etkinliği için, bayılacaksınız!

Bu sefer sevgili Asya'nın misafiriyiz. Dedi ki Asya, bu sefer otlarla kutlayalım. Bahar da geldi ya, yeşile bürünmeli. Yeşilin kendisi olmalı. Yeşil türküler söylemeli. Yeşile övgüler düzmeli. 19 Mart pazartesi günü itibariyle Asya'nın evine konuk oluyoruz. O yeşermeyi seçen tüm dostlarımızı konuk edecek, bizleri haberdar edecek. Kimler neler yarattılar acaba? Bu arada Asya'ya bir özür borcum var. Affet beni Asya, sana yardımcı olamadım hazırlığında. Senin bana ihtiyacın da yokmuş gerçi, ne güzel şeyler hazırlamışsın bize. Ellerin dert görmesin.

Seçimim elbette ki sevgilimle yapılmış bir yemek. Gözleriniz parladı biliyorum. Zannettiniz ki dünyalar güzeli bir adamla mutfağa girdik, önümüze önlükleri takıp neşe içinde yemek yaptık. Sevgilim hah işte resimde gördüğünüz yeşerti. Tilkişen. Yani yabani kuşkonmaz. Bakın onun için Bir Ot Masalı'nda neler yazmışım:

"Kuşkonmazın yabanisini görmemiş pek çok insan vardır. Bırakın doğadaki halini, pazarda bile. Ben ona tilkişen diyorum, Bodrum alışkanlığı. Oysa Ege’nin diğer yerlerinde ona başka adlar vermiş yöreliler. Aydın’da ‘kedirgen/keldirgen/tilki kuyruğu’, Ayvalık’ta ‘izmiye/izbinya’, Akseki’de ‘kırgınotu’, Kıbrıs’ta ‘ayrelli’ denir ona. Zambakgillerin bu lezzetli üyesi Ege’nin en pahalı otlarından biridir. Yetiştirilmiş kuşkonmaza çok benzeyen, ancak ondan çok daha ince ve biraz da koyu renkli olan tilkişenin rengi yeşille bordo arasında değişir. Dikenli bir çalının körpe ve leziz rizomudur o. Yani bir nevi filiz. Kimi zaman yerden, bitkinin yanından çıkan, bazen de dikenli dalların ucunda uzayan filizi ilk görenler genellikle çobanlar, ya da hayvanları otlatan kadınlardır. Kıra bayıra çıktıklarında çıt çıt koparır, demetler yapar, satılması için pazara çıkan bir yakınlarına verirler. Kârı iyidir, bulması zor olsa da."

Geçen yıl bol bol yediğim tilkişenden (bu sene daha ağzıma değdiremedim desem?) çeşitli güzellikler yaratmıştım. Bu en güzeli, Asya'ya eli boş gitmek olmaz, ona da tattırayım diye bunu seçtim. Mantarlar Ege'de 'kuzugöbeği' denen bir tür. Bana kurutulmuş olarak Kybele'den gelmişti. Ben de soğanları yarım halka halinde doğradım, mantarları suda bekletip yıkadıktan sonra şeritler halinde doğradım, önce soğanları, ardından yine şeritler halinde doğradığım kırmızı biber ve havuçları, sonra elimle pıt pıt kopararak ayıkladığım tilkişenleri ekledim ve tabii mantarları. Hepsi birlikte kavrulup bu güzelim yiyeceğe dönüştüler. Üzerine de yağsız tavada hafifçe kavurduğum çam fıstıkları (yine Ege deyişiyle 'küner' veya 'künar') serptim. Geçtiğimiz yıl bir gün soframı neşelendirmiş olan bu rengarenk kavurma, bugün kalbimi neşelendiriyor. İyi ki yapmışım.
*
Bu yazı Buğday Derneği'nin internet sitesinden. Başlığı 'orda bir köy var uzakta!' Belki de o sizin köyünüzdür:
http://www.bugday.org/article.php?ID=1862

15 Mart 2007

Dönüşüm


Yaşam bir dönüşüm. Gün be gün değişiyoruz. Bedenimiz, nefesimiz, hayata bakışımız, gülüşümüz, hayallerimiz, beklentilerimiz. Önceki yazıda Thich Nhat Hanh ustanın Huzurun Kendisi Olmak adlı kitabından bir bölüm paylaşmıştım. Bugün bir bölüm daha paylaşmak istiyorum: "Ufak bir rahatsızlık durumunda, bir kaç nefes alma ve bir gülümemeyle birlikte rahatsızlığın varlığının kabul edilmesi, rahatsızlığı affetmek, anlamak ve sevmek gibi daha olumlu bir şeye dönüştürmek için çoğunlukla yeterli olacaktır. Rahatsızlık yıkıcı bir enerjidir. Enerjiyi yıkamayız, sadece onu daha yapıcı bir enerjiye dönüştürebiliriz. Affetmek yapıcı bir enerjidir. Anlamak yapıcı bir enerjidir. Farzedelim ki bir çöldesiniz ve sadece bir bardak çamurlu suyunuz var. Çamurlu suyu içmek için berrak bir su haline dönüştürmelisiniz, onu fırlatıp atamazsınız. Böylece çamurun dibe çökmesi için bir süre beklersiniz ve berrak su ortaya çıkar. Aynı şekilde, kızgınlığı da daha yapıcı bir enerji şekline dönüştürmeliyiz, çünkü kızgınlık sizsiniz. Kızgınlık olmadan geriye hiç bir şey kalmaz. Meditasyon böyle çalışır." (sf. 48-49)


Yukarıdaki iki resim arasında ne fark var? İkisi de bezelyeden oluşuyor ancak ikincisi birincisinin dönüşmüş hali. Yılın ilk bezelyelerini yiyeli yaklaşık bir ay oluyor. Bu ikinci partiden. En basit haliyle pişirildiler, sarımsak, taze soğan ve dereotuyla. Tuzunu fazla kaçırınca o halde yiyemeyeceğimi farkettiğim bezelyeyi ufacık bir çabayla dönüştürdüm. Hiç tuz atmadığım suda biraz mini düdük makarna haşladım, süzdüm ve bezelyeyle karıştırdım. Hem çoğaldı bezelyem, hem tuzu azaldı, hem de daha renkli bir hale geldi. Galiba öfke ve kızgınlık da öyle. Ufak bir çabayla sevgiye dönüşebiliyorlar. İlk resimdeki frezyalar mis kokulu bahçe frezyaları. Diğerleri 1 liraya satılırken 1.5 lira verdiğim bu frezyalar hibrit akrabaları gibi serada değil, bahçede yetişiyor. Yeli de, yağmuru da yaşamış, daha bilge ve kendinden vermeye daha hazır olduklarını düşünüyorum. Çünkü daha güzel kokuyorlar. Şimdi de yanıbaşımda dün pazardan aldığım üç demet frezya var. Kocasını trafik kazasında kaybeden yaşlı bir teyzenin bahçesinde yetişmişler. Geçimine katkıda bulunmak üzere. Ben frezyaları alarak ona bir kaç ekmek parası sunmuş oldum. O da benim için bu frezyaları yetiştirerek (kime gideceğini bilmeden) benim ruhuma sevgi sunmuş oldu. Ne güzel bir oyun.

13 Mart 2007

Baharın kendisi olmak


Dün akşam, yıllardır okumadığım (yahut elime almadığım) bir kitabı çıkarıp okumaya başladım. Bir güzel dost sebep oldu. Özlemişim nefesimi, huzuru, yaşamı. Thich Nhat Hanh'ın Huzurun Kendisi Olmak adlı kitabı bu. Keşke piyasada bulabilseniz de okusanız. Piyasada olmasa bile (ki olmayabilir, yayımlanma tarihi 2000, Okyanus Yayınları'ndan çıkmıştı) internetten sipariş edin, bulun okuyun bu basit kitabı. Mutfakta Zen'de de Thich Nhat Hanh'ın (kısaca Thay'ın) sözler var, çok sevdiğim. Dilerseniz bir Huzurun Kendisi Olmak'tan, bir de Mutfakta Zen'den Thay'ın sözlerine yer vereyim bugün. Önce ilk kitaptan:

"Yapraklara çoğunlukla ağacın çocukları olarak bakılır. Evet, ağacın çocuklarıdırlar, ondan doğmuşlardır, fakat aynı zamanda ağacın anneleridir de. Yapraklar gaz ve güneş ışığıyla beraber ham bitki özü, su ve mineralleri bir araya toplar ve bunları ağacı besleyecek çeşitli bitki özlerine dönüştürür. Bu şekilde yapraklar ağacın annesi olurlar. Hepimiz toplumun çocuklarıyız, fakat aynı zamanda annesiyiz de. Toplumu beslememiz gerekir. Eğer köklerimizi toplumdan koparırsak onu kendimiz ve çocuklarımız için daha yaşanabilir bir yer haline getiremeyiz. Yapraklar bir sapla ağaca bağlıdırlar. Bu sap çok önemlidir."

Şimdi de Mutfakta Zen'in 'Anı Yaşamada Farkındalık' bölümünden satırlar. İlk paragraf benden, gerisi Thay Usta'nın yine aynı kitabından:
Yaşamımız 'an'lardan oluşur. Birbirini takip eden 'an'lar. Tren vagonları gibi birbiri ardına eklenmiş kısacık zaman dilimleri. Çoğu kez farkına bile varmadan tükettiğimiz ‘bir göz açıp kapama' zamanı. İyi de o anlar gelip geçerken biz farkına varıyor muyuz? Vapur beklerken, öğle tatilinde, haftasonu tatilinde, yemek yaparken, koşarken, bir dostla söyleşirken gelip geçen anları farkediyor muyuz? Hadi onu bırakın, her şeyimizle yaptığımız işe verebiliyor muyuz kendimizi? Yoksa kafamızın içi geçmişten enstantaneler veya geleceğe ait hayaller ya da planlarla mı dolu oluyor birşeyler yaparken?

Nefes alarak bedenimi sakinleştiriyorum.
Nefes vererek gülümsüyorum.
Şu anı yaşayarak
Bunun harika bir an olduğunu biliyorum.

"Bunun harika bir an olduğunu biliyorum. Gerçek olan tek an budur. Şu anda ve burada olmak ve şimdiki andan zevk almak en önemli görevimizdir. Sakinleşmek, Gülümsemek, Şimdiki an, Harika an."

İşte size küçük bir meditasyon. Nefes alırken "nefes alarak bedenimi sakinleştiriyorum", verirken ise "nefes vererek gülümsüyorum" deyin ve nefesinizin tadını çıkarın. Tabii gülümsemenin de.
(Siz onu çok iyi tanıyorsunuz gerçi ya, bugünün sitesi Miss Çilek. Neden Miss Çilek? Çünkü 'an'ı yaşamayı en iyi beceren yetişkinlerden biri de onun için. Oğulcukla birlikte oturup her an yeni bir şeyler yaratıyor, yaratırken de yarattıkları güzelliklerin içine giriyorlar. Sofra dergisinde yahut sitesinde gördüğünüz her güzel fotoğrafın arkasında onun kocaman yüreğinden çıkan, kendi elleriyle yaratılmış güzellikler var. Sevgili kocaman yürekli arkadaşıma sevgiyle.)

10 Mart 2007

Kahvaltı

Bugün muhteşem bir gün. Neden mi? Çünkü nefes alıyorum. Ne kadar basit görünüyor değil mi? Hayır o kadar basit değil. Nefes almanın ne kadar önemli olduğunu hatırlamam için birinin dünyanın taa öteki ucundan seslenmesi gerekti. Evet bugün muhteşem bir gün. Çünkü ben derin nefesler alıp vererek başladım güne. Umarım sizin gününüz de öyle başlar, yahut başlamıştır. Bugün bir güzel yazı ulaştı elime. Teşekkürler Ezgi. İzninle burada paylaşmak istiyorum. Umarım gerçekten layığımdır söylediklerine. Bir kaç mumluk bir ampul tutuyor olabilmek bile büyük bir hediye:
http://www.kurkehayir.org/akd/veg.htm


Rahmetli anneannem, ömrünün son aylarında kahvaltıyı baş tacı etmeye başlamıştı. (Toprağı bol olsun.) Beynindeki tümör büyürken, o da yatağa bağlanmıştı bağlanmasına ya, yaşamaya olan aşkını yitirmeye niyetli değildi. Yemek yemeyi her zaman sever, bizde kaldığı dönemlerde annemin benim için yaptığı (üniversitede okurken yurtta kalır ve oldukça kötü beslenmek zorunda kalırdım, annem de eve geldiğimde beni şımartırdı) kabak tatlısını yerken -mesela- o hemen küserdi. Ona değil de bana yapılıyormuş, ben gelmesem yapılacağı yokmuş... Hastalığının son dönemlerinde, henüz dimağı açıkken, hep şunu der olmuştu: "Sabah olsa da kahvaltı yapsak." İlle de kızarmış ekmek isterdi, ballar, kaymaklar...


Annem de son zamanlarda hep "eskiden hiç sevmezdim ama son yıllarda en sevdiğim öğün oldu kahvaltı" demeye başladı. Allah gecinden versin, ölümle bağdaştırmıyorum bu sözlerini. Ben galiba hep sevdim kahvaltıyı. Her gün aynı şeyleri yemekten hoşlanmadığım için (geleneksel kahvaltımı sevsem de) de sıkça ufak tefek ilaveler yaparım kahvaltı sofrasına. Bir omlet, bazen kızarmış hellim, kimi zaman ufak bir kase salata veya otlu lor gibi. Bu yazının yazılma sebebi olan omlet de işte öyle günlerden birinde yapıldı. Eğer bir tarif için krema kullanmam gerekiyorsa, kutunun dibinde biraz bırakıyorum. Bir iki çorba kaşığı kadar. Omletin tadını da, dokusunu da değiştiren bu katkıdan mahrum kalmamak için. Her gün yediğimiz yok ya diyelim ki haftada, belki on günde bir, şöyle tadından yenmez olsun istiyorum. Yine de yiyoruz ya.


Omlete Artebella'nın enginar pestosundan da ekledim. Değişiklik olsun diye. Çok da yakıştı. Belki 3-4 tatlı kaşığı koydum, daha fazla değil. Maydonoz ve taze soğan doğradım, yumurtaları çırpıp kremayı ve pestoyu ekledim. Tuz çok az, belki hiç koymadım çünkü Konya Ereğli tulumuyla yapacaktım omleti ve onun yeterince tuzu vardı. Biraz taze çekilmiş karabiber, biraz da kırmızı pul biber. Omlet yaparken kısık ateşte, tavanın üzerine bir kapak kapatarak yaparım. O zaman güzelce kabarır. Sonra da dilimler sunarım. Bu seferkinin görüntüsü öyle güzel di ki, fotoğraflamadan edemedim. Yazıdaki diğer fotoğraflar New York'ta çekildi. Reçeller Brooklyn'deki Park Slope Farmer's Market'ta, ekmek fotoğrafı ise yine Brooklyn'de, 5. Bulvar'daki İspanyol fırınında. Bizimkilerin Türk arkadaşları gidiyorlarmış o fırına, ucuz ve güzelmiş ekmekleri. Gerçekten de New York'ta tanesi 5-6 dolara ekmekler almak işten bile değil. Öyle kocaman somunlar da değil, iştahlı 3-4 kişinin yaşadığı bir evde en fazla üç öğün dayanır! Bu ekmekler ise 1.75-2 dolar civarına satılıyordu. Baharatlı, ekşi mayalı ve zeytinlisinden almıştım en çok sanırım. O günleri andım şimdi. Güzel bir aydı. Adı neydi ki bu küçücük dükkanın? (Yanıt 'gelin'ciğimden geldi, canım, biricik Maya'mın annesinden. Tabii ya, Lopez Bakery. Sağol Işıl'cığım!)
(Neredeyse unutuyordum. Bugünün sitesi www.kelimeyiyen.blogspot.com Bu siteyi nasıl ve ne zaman farkettim net olarak hatırlamıyorum. Üzerinden çok zaman geçmediğini biliyorum en azından. Yemeğe dair çoğumuzun görmediği, dikkat etmediği detayları gündeme getirdiği için seviyorum galiba. Farklı malzemelerden yararlandığı için, hem komik, hem ciddi olabildiği için, her şeyden önemlisi bana yeni şeyler öğrettiği için. Cennetten "ağzını aç, dünyayı tut" diye seslenen Sunthing'e -kendini böyle tanıtıyor- sevgilerle!)

08 Mart 2007

Mutfakta ebru

Benim mutfakta ebru deseni sevgili Elif'e 'latte art'ı anımsatmış ve (yorumlarda görebilirsiniz) bana bir bağlantı adresi yollamış. Bugün tesadüfen bir adres daha buldum: http://www.pantherhouse.com/newshelton/espresso-art/


İyice saçmaladı bu Tijen diyeceksiniz. Mutfakta ne ebrusu? Ebru dediğin, zor zenaattır. Ebru yapmak için özel bir tekne gerek, boyalar, çözeltiler, malzemeler. Uğraşmak gerek. Emek vermek. Emeğin sonucunda ortaya çıkan sanat eserinde, sizin çabanızın dışında, tesadüflerin de yeri çoktur. Bazı ebru ustaları, Tanrı'nın elinin değdiğini düşünürler. Belki de haklıdırlar. Yahut sanatsever meleklerin bir oyunudur ebru. Kim bilir? Benimki ise mutfakta ve tesadüfen oluştu. Ama önce sabah.

Sabah kuş cıvıltıları içinde uyandığımda -kent içinde bir sokakta oturmamıza rağmen, bahçelerdeki ağaçların her biri birer kuş yuvası. Sabahları bizi cik cik öterek uyandırıyorlar- günün çok, ama çok güzel geçeceğine inandım. Hatta dedim ki kendime, yaşasın bugün çok güzel şeyler olacak. Bugün de öyle uyandım ya, iki gün önce oldu bu olanlar.


Kek yapmaya niyetlendim. Daha doğrusu kekçikler. Isıya dayanıklı minik cam kaplarda yapacaktım. Bu sefer istedim ki kakaolu olsun. Bir kutu organik kakaom vardı. Onu pekmezli, çikolatalı muhallebim için kullanıyordum ve dibi görünmüştü kakaomun. Bahar geldi ya, ben bahar temizliğindeyim ya, biterse bitsin dedim. Bir tanecik köy yumurtam var (ah aman uyarı: Ben köy yumurtası diye sizi aşka getiriyor muyum bilmem ama malum kuş gribi tehlikesi ve endişesi dolanıyor yine memleket semalarında, aman dikkat!), bir kutu kremam, iki tane iyice olgunlaşmış muz, bir tane yumuşadığı için mutfak tezgahını mesken edinmiş elma, sonra komşumuzun Finike'deki bahçesinden gelme kocaman limonlar (ki limon kabuğu kokusuyla kakaonun o acımsı hali birbirine pek yakışır), yulaf ezmesi, tam un, sonra geçen yıldan kalma, bitirmeye kıyamadığım armut sızması (mucidi değilse bile pakete sokup bizlere tanıtan Gürsel Tonbul ve ekibine buradan sevgi ve selamlar), tatlı pazarcımın keçiboynuzu pekmezi... Bir kek hamuru için ihtiyaç duyulan her şey var çok şükür.

Kek yapmak için ne yapmak gerek? Önce yumurta kırılır, çırpılır değil mi? Kırdım, çırptım. İçine kremamı koydum. Hem yağ, hem de sıvı ihtiyacını karşılayacak. Biraz karıştırdım. Pekmezi ekledim. Çırpma teliyle karıştırırken, birdenbire bir ebru deseni oluştu. Fotoğraflamasam olmazdı. Fotoğrafladım. Gerisi bildiğiniz gibi işte. Şimdi afiyetle yediğimiz, pek sağlıklı, pek lezzetli kekçikler çıktı ortaya.


Bugün çok güzel geçecek diye uyanmıştım ya, gerçekten de öyle oldu. Kapı çaldı. Kargocu arkadaş bir paket tutuşturdu elime ve iyi günler deyip gitti. Ne vardı ki kutunun içinde? Bir açtım ki bu güzelim mor sümbül, bir beyaz sümbül (benim düşünceli arkadaşım sende pembesi vardı, ben de beyazıyla morunu göndereyim demiş), bir de kırmızı lale. Yanlarında da mis kokulu, ev yapımı sabunlar. Benim dünyalar tatlısı arkadaşım Mine'ciğim, kendi öpülesi elleriyle yaptığı sabunları ve şimdi gülümseyerek bana bakan sümbüllerimi yollamış. Ben de size demek istedim ki, Türkiye'nin neresinde olursanız olun, evinize bahar gelsin istiyorsanız, ellerinizi yıkadığınızda mis gibi koksun, bahçeniz, balkonunuz, salonunuz güzeller güzeli bitkilerle koksun istiyorsanız Mine Flora size çok, ama çok yakın. Güzelce paketleyip gönderiyor Mine. Yaşama sevincini yitirmiş bir dosta verilecek en güzel hediye de galiba bir sümbül soğanı. Kokusu, narinliği ve yaşama tüm kökleriyle tutunuşuyla, bir sembole dönüşebilir sümbül.

Bundan sonra her yazıda özel bulduğum bir siteyi tanıtmaya karar verdim. Zaten yandaki listede varlar var olmasına da, ayrı bir ilgi ve özeni hak ediyor bazıları. Bir özelliğiyle yahut duruşuyla diğerlerinden ayrılan, hiç bir şeyi taklit etmeyip 'biricik' olan siteler olacak bunlar. En azından benim gözümde. Çünkü biliyorum ki renkler ve zevkler tartışılmaz. İşte bunlardan biri, yandaki listede 'Hastalardan öğrendiklerim' adıyla yer alan www.benbugunbunuogrendim.blogspot.com . Fazla söze ne gerek var, gidin, kendi gözlerinizle görün merak ve ilginin, ince bir zevkle düşüncenin neler yaratabildiğini. Tıpla, yoğun çalışan doktorlarla, hastanelerle ve hangi hastalıkta hangi ilacın verildiğiyle ilgili bilgiler de var tabii ve her yazıya uygun bir şarkı. Ben arada sadece müzik dinlemek için bile ziyaret edebiliyorum İzmirli doktorumuzun sitesini. Kutluyorum sevgili doktor!

06 Mart 2007

Yemek, sevmek, öğrenmek

Bugün Radikal'de kanserle ilgili bir yazı dizisinin 3. bölümü var. Bu bölümün alt başlığı 'Besinler de Kanser Yapar'. Biliyoruz zaten yaptıklarını. Ne yiyelim, ne yemeyelim konusunda duymadığımız şey kalmadı gerçi ya yazıdaki (son zamanlarda bu sitede yer aldığı için özellikle) soya sosu ve diğer işlenmiş soya ürünleri; ayçiçek, mısırözü gibi sıvı yağlar ve margarinle ilgili kısımlara dikkatinizi çekmek istiyorum. Şu linkte: http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=214776


Yazıyı yazacağım yazmasına da, önce ne olur, Türkçe'yi doğru kullanmak, yanlışlarımızı düzeltmek, bilmediklerimizi öğrenmek için başlattığımız DDD projesi ile ilgili aşağıdaki yazıdanın ilk paragrafını okur musunuz? Yahut onu okumayı boş verin, yandaki kırmızı DDD simgesinin üzerine bir tık atın ve sevgili Punto Ağabey'in sitesine doğru yolculuğa başlayın. Çayınızı doldurun, varsa bir kaç kurabiye, yahut bir iki çerez tabakçığı koyun yanınıza. Çok uzun olduğundan değil, zevki katlamak için. Belki de sizi kendime benzetmeye çalışıyorum. Çalışma masamın etrafındaki çiğ ve kavrulmuş iki ayrı tür fındık, dut kurusu (ki kendileri Arapgir'den gelmişlerdir. Sevgili Menevşe Hanım'cığımın annesi kendi elleriyle kurutmuştur onları), organik kuru üzüm (One Nature'dan gelen paketi anlatmıştım) ve en fecisi (ki masanın doğrudan üzerinde değil, hiç değilse gözün görmediği bir yerde, yan tarafta duran) cevizli sucuk. Diğer deyişlerle orcik veya köme. Başka adları da var elbet. Biliyorsanız paylaşmak ister misiniz?


Mesela daha bir kaç gün önce Paponi Laz Yemekleri ve Laz Yemek Kültürü kitabında sevgili bir güzel kadının, Paluri Arzu Kal'ın kaleminden fındıkla yapılan iki türünü okudum. Şeçerite ve Loyate. Şeşerite şerbete batırılarak, loyate ise üzüm suyu ve mısır unu ağırlıklı bir harca batırılarak hazırlanıyormuş. Yiyen var mı bu türünü? Paluri'nin (Paluri Lazca'da 'alev' anlamına geliyormuş. Arzu Kal, 2005 yılında mahkeme kararıyla bu adı kendisine isim olarak seçmiş.) kitabından daha nice güzel şey öğrendim. Nice yerel kültür, popüler kültüre yeniliyor hızla. Paluri'nin kitabı bu hızlı ve olumsuz gelişime dur demek üzere, en azından kendi kültürünü kayda geçirmek arzusuyla hazırlanmış bir güzel kitap. Chivi Yazıları'ndan çıktı.


Daha önce 19. Yüzyıl İstanbul Mutfağı kitabından bahsetmiştim burada. Sevgili Özge Samancı ve Sharon Croxford'un birlikte hazırladıkları bu değerli araştırma kitabının İngilizce baskısı Flavours of Istanbul: A Selection from Original 19th Century Ottoman Recipes adıyla yayınlanmış. Bir kez daha bahsetmek istedim bu vesileyle. Özge, çok değer verdiğim dostlarımdan biri. Çok sık görüşemesek de çalışmalarını izliyor ve onunla gurur duyuyorum. Özge, doktorasını Osmanlı tarihi dalında yaptı, tez konusu ise 19. Yüzyıl İstanbul Mutfağı. Yani bu kitap sıradan bir kitap değil, yılların araştırmalarıyla derlendi. Özge ve Sharon bir süredir birlikte yemek kursları da veriyorlar, yine bu sitede bahsetmiştim. Kurslarla, kitapla ve kitabın yazarlarıyla ilgili bilgi almak isterseniz Istanbul Food Workshop adresini ziyaret edebilirsiniz. Kitapta yer alan tarifler 19. Yüzyılda yazılmış yemek kitaplarından Özge ve Sharon tarafından günümüze uyarlandı, fotoğraflar Sharon tarafından çekildi. Sanırım yabancı dostlarınıza hediye etmek için bundan daha güzel bir kitap bulamazsınız, hele de yemek kültürüne meraklılarsa. Tabii Türkçesi de kendinize armağan etmelik, söylemeden geçemeyeceğim.


Bunlar geçen günkü krepler. Ballı-muzlu olanından yemiş, bunu annemin misafirleri için hazırlamıştım. Bizim hanımlarımız tatlıları gerçekten tatlı olarak seviyorlar. Benim gibi az tatlı değil. Öyle olunca da arasına kayısı marmelatı sürüp rulo haline getirdiğim, sonra da 2-3 parmak kalınlığında kesip tabağa dizdiğim bu kreplere bayıldılar. Üzerine de çikolata eritip gezdirmiştim ya resimde çikolataları görmüyorsunuz. En gurur duyduğum üretimlerimden biri değil, çünkü beyaz unla yapıldı. Evde tam unum kalmamıştı, annem de ısrarla krep yapmamı isteyince mecbur kullanıldı. Hamurunda tarçın ve portakal kabuğu rendesi var, hiç değilse kokusu hoş.


Bu fotoğrafın bir benzeri Lezzet dergisinin Mart 2007 sayısında yayınlandı. Bu sayıda bana ayrılan üç sayfaya bakınca içim açıldı, sağolasınız sevgili Emine ve Lezzet ekibi! Yazının başlığı 'Şimdi Yeşile Bürünme Zamanı'. Ben yazarken ferahladım, yeşile büründüm gerçekten, umarım siz de okurken hissedersiniz doğanın sevincini. Bu yılın bütün yeşil deneyimleri var yazıda, şimdiye kadar yaşananları en azından. Bundan sonrakileri henüz yaşamadık. Merakla bekliyorum. En üstteki resmi geçen hafta çekmiştim. Her zaman geçtiğim bir sokaktaki erik ağacının resmi, ilk çiçeğe duranlardan. O sevince ben de ortak olmalıydım. Hani araba falan da var ama bir kent bahçesinde, kuru bir bahçedeki bir minik erik ağacının insanı nasıl mutlu ediverdiğini, durduk yerde hem de, paylaşmadan edemedim. Sizin sevinçleriniz neler bugünlerde? Haydi gözlerinizi kapatın ve yeni sevinçler yaratın. Bizimle de paylaşın. Sahi paylaşır mısınız?
(Son olarak: Sevgili Ayşen Eren, uzunca bir süredir 'Nükleer Yasaya Karşı' yürüyor. Hepimiz için dersler içeren bu yürüyüşleri, yürüyüşler sırasında karşılaştıklarını, insanlarla paylaştıklarını ara ara okumak istersiniz belki diye, sitesinin bağlantısını yan taraftaki listeye ekledim. Seni yürüyüşünde yalnız bırakıyor olsak da Ayşen, kalbimiz seninle. Ben kendi adıma nefes almak ve hareket etmek dışındaki enerji kullanımlarından -nefes almakla enerji tasarrufunun ilgisi ne diyeceksiniz şimdi- tasarruf etmem gerektiği gerçeğini, hiç aklımdan çıkarmıyorum.)

02 Mart 2007

Mutluluk üretmek

Haftanın ilk yazısını, sanırım ancak bu akşam veya yarın yazabileceğim. Ancak bu haberi bekletmek istemezdim. Eh, bir eklenti daha olsun bizim sümbül yazısına. Nasıl olsa mutluluk hepimize lazım. İşte bugünün mutluluğu:
Sevgili Berceste, Punto Ağabey ve Türkçe bilgesi eşi, simgemizi hazırlayan Fehmi dostumuz ve site komşularımızın desteğiyle, sevgili Özgül'ün isim annesi olduğu Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım kampanyamız bugün ('itibariyle start aldı' diyecektim 'televizyon dili' dediğim garip, şekli bozuk dile yerleştiği haliyle, şaka olsun diye ya kampanyanın duruluğunu suistimal etmek gelmedi içimden) başladı. İlk yazı ve kurallar için Punto Ağabey'in sitesini ziyaret etmeniz yeterli. İki haftada bir site komşularımız tarafından yayınlanacak yazıları heyecan ve sevinçle bekliyor olacağız. (Kampanyaya katılacak olan veya sitesinde duyurmak isteyen dostlarımızdan mümkünse kampanyanın simgesini veya en azından yazının bağlantısını sitelerine yerleştirmelerini rica ediyoruz. Ne kadar çok yayarsak, o kadar çok faydalı oluruz diyorum. Ne dersiniz? Daha fazla bilgi için Berceste'yi ziyaret edebilirsiniz.)
*
Büyük bir sürpriz oldu. Tesadüfen gördüm. Aaa, gerçekten de o. Pembe sümbülüm, ekranda. Şans getirmiş onu sevene. Üzerinde de diyor ki Ayın blogu: Mutfakta Zen! Yazıyı da Obur kedi kaleme almış. Ona da, Mutfakta Zen'i ayın sitesi seçen Bloglar alemi ekibine de teşekkürler!

Bazen küçük mutluluklar üreyip büyük mutluluklara dönüşebilirler. Çok miniciktirler. Her anlamda. Maddi değeri 3 liradır birinin mesela. Ufak bir saksıda, az biraz toprağın içinde bir çiçek soğanı. Bakılmış, büyütülmüş, açmış. Oysa rengiyle, kokusuyla kendisine verilen emeğin karşılığını kat kat verir. Kaç gün sürer ki yaşamı? Bir kelebeğinkinden uzun olmalı. Belki de değildir. Bilemem ki? Hiç bir kelebeğin yaşamını takip etmedim. Sadece yazın duvara kenetlenmiş, sessizce büyüyüp kelebeğe dönüşüşünü gördüm bir tırtılın. İçten içten, sessizce. Sonra uçup gitmişti. Gücünü topladığında. Saksıdaki sümbül ise henüz iki gündür göz hapsinde. Gece uykumun arasında kokusunu duymak, mutluluğu geceye taşıyan bir minik ayrıntı. Bilinçli ben duymasa da, bilincimin altındaki ben haberdar onun varlığından, an be an.


Aynı mutluluk, yani minik saksıdaki, iki farklı ışıkta iki farklı renge bürünüverir güzelliğini çerçevenin içine hapsetmeye karar verdiğinizde. İki büyütülmüş küçük mutlulukmuş gibi gelir size. Bir yerine iki kocaman mutluluğunuz oluvermiştir. Çayınız da varsa demliğinizde, yanında misafirler için yaptığınız, tabağın içinde kalakalmış muz, bal ve çikolatalı krep dilimlerini yiyorsanız ve çikolata bulanıyorsa yanaklarınıza ve siz bunu umursamıyorsanız, o kocaman mutluluk tarafından sarmalanmışsınız demektir, aynı kelebeğin kelebek olmadan önce kendini içine hapsettiği sır perdesinin sarmaladığı gibi...